Kürt sorununda ezber bozmak

İçinden geçtiğimiz süreç, yaşanan acılar, sokak ortasında vurulan insanlar hayatı tanıma ve yaşama şansı bulmadan ölen bebekler, ekmek bulmak için sokakta vurulan yaşlılar ve sokakta cenazesini kaldıramadığımız bir insanlık.

Bunca derdin ve çilenin içinde bir yandan da doğruları söylemek. Ve bunları sokaktaki cansız bedenin kaldırılması için değil sadece, bir daha düşmesin toprağa o yiğit bedenler diye inatla ve ısrarla söylemek. Sokakta, kitapta, okulda, tezgâhta ve fabrikada yeniden yeniden üretmek...

İçinden geçtiğimiz süreç, hassas, kırılgan, tehlikeli sularda ilerleyen, taraflarının net olmadığı, dünün düşmanının bugün dost, bugünün düşmanının düne kadar müttefik olduğu bir dünyaya sahne oluyor. Bazı ezberleri bozmak, ya da başka bir ifadeyle bir gerçeği yeniden hatırlatmak gerekiyor böylesi zamanlarda.

Önce zeminden başlayalım. Mesele Türk ve Kürt halklarının kurucu iki eşit unsur olarak sosyalist bir ülke mücadelesinde, emeğin ve sınıfın kavgasında bir araya gelebileceklerine inanların tarif ettiği yerdedir. Bu nedenle etnik, mezhepsel ya da sınıfı tarif ederken sermayedarların varlığından herhangi bir beis görmeyenler bu ezberlerin muhatabı değildir.  Ve ne mutlu herhangi bir zaman diliminde de muhatap olmayacaklardır. 

Türkiye’de yaşananlar artık bir sürecin sona erdiğini ve Kürt sorunu konusunda artık eskisi gibi ya da kaldığı yerden devam edemeyecek bir sürece gelindiği gösteriyor. Bunda 2. Cumhuriyet ile başlayan sürecin ve 2013 Newroz’u ile kavgası verilen bir aydınlanmacı, ilerici, seküler birikimin yerine tarif edilen “İslam Kardeşliği Modeli”nin etkileri ve belirlenimlerini hatırlamak gerekir. 

Tüm bu yaşananlardan sonra, “kız aldık kız verdik, bir yıllık kardeşlik, akrabayız biz” söyleminin hiç karşılığı kalmamıştır. Aynı şekilde “yaşasın halkların kardeşliği” sloganının da. Hatta bu sloganın uzunca bir zamandır bu memleketin sadece batı yakasında atıldığını da bir kenara not etmek lazım. Bugünün meselesi halkların, emekçilerin, eşitliğidir. Eşit olmadan kardeş olunmuyor. Bu mesele basit anlamıyla inşaatta çalışan Kürtler ve beyaz yakalı Türkler ayrımı da değildir. Hatta bu ayrım bugün eğitimli Kürt emekçileriyle değişmiştir büyük oranda. Ancak bugünün tablosunda, boğazda kadeh tokuştururken Türk ve Kürt sermayedarlar ile bir birine karşıt kılınan iki halktır karşımıza çıkan. 

Türk ve Kürt sermayedarlar böylesi bir eşitliğin ve kardeşliğin içindeyken, Kürt ve Türk emekçilerinin ayrı alanlarda mücadele etmesi ya da “yetti artık kopuyorlarsa kopsunlar, gidiyorlarsa gitsinler” demenin bir mantığı yoktur. 

Bu basit anlamda bir devlet söyleminin tekrarı ya da bir Kurdistan gerçekliğinden duyulan korku falan da değil. Kürt ve Türk emekçileri ve komünistleri ayrılığı ve kopuşu bu iki halkın arasında değil ancak sermaye düzeninden kopuşu veya ayrılışı ile tanımlayabilir. Ötesi zaten solculuk adına Barzani gibi Amerikancı bir liderden duyulan “ulusal” bir motivasyondan öteye geçmiyor. Tabi siz burada Mc menünün Kürtçesinden ulusal bir haz duyuyorsanız ne ala. Kürtçe menüler sokakta cansız yatan bedenleri kaldırmıyor ağaya. 

Eşit olmadan kardeş olunmuyor. Hendekler kazılıyor, insanlar ölüyor. Herkes ülkenin Batı’sı nerde diye soruyor. Ülkenin Batı’sını sandıklara Doğu’sunu ise hendeklere gömenler dün Rusya’da Kürt İşadamları Derneği açılışında boy gösterirken utanmıyor mu acaba? Özgürlük mücadelesi eşitlik temelinde ilerliyor ve bağımsızlık antiemperyalist bir hatta büyütülünce manası oluyor. 

Fark ne mi?

Fark Sur’da yaşananlarda Diyarbakırlıların verdiği tepki ile Kobanê eylemlerindeki tepki farkıdır. Hatta bu fark daha gerçek bir yaklaşımla, bugün yaşananlara verilen tepkinin boyutu ile 1992 Cizre Newroz’u ile Ankara-İstanbul Newroz’larıdır. Bugün görülüyor ki İslam Kardeşliği ile zorunlu din dersine karşı mücadele aynı çuvala sığmıyor. 

Eşitlik dedik. Son birkaç şey ekleyerek “ezber bozmaya” devam edelim.

Bugün anadilinde eğitim meselesi (mücadelesi deği!) AKP’nin tekelindedir. Komünistler için artık bu meselenin tahammül sınırları değişmiştir. Anadilinde eğitim meselesi deyince akla sadece Kürtlerin Kürtçe eğitim hakkı gelmesi süreci bilinmez bir ufka ötelemektedir. Bu mesele sadece Kürtlerin Kürtçe öğrenmesinden ibaret olsaydı TRT Şeş ya da devletin verdiği Kürtçe hizmetler yeterli olur ve Zaman gazetesi Kurdi yayına geçince çözüme ulaşırdık.

Bu ülke emekçilerinin çift dilli eğitime ihtiyacı var. Tabi eğer gerçek kurtuluşu ve eşitliği istiyorsak. Kürdistan’da sağlık hizmeti veren hekimin, dilini bilmediği hastaya veteriner hekimlik hizmeti vermesini içimize sindiremiyorsak, sadece ülkenin doğusunun Kürtçe eğitim gördüğü değil, Türk ve Kürt emekçilerinin birbirinin dilini bildiği ve konuştuğu, fabrikada, tarlada ve kavgada bu dilleri üretebildikleri bir ülkeye ihtiyaç var. Ötesinin farkı yok. Sermayenin Kürtçeye izin vermemesi ile emekçilerin birbirinin dilini anlamaması arasında teknik bir fark yok. Siyasi fark ise bizi bu sonuca ulaştırır. 

Son olarak ise işgal meselesi…

Kürdistan’da bir işgal var diyenler tarihsel olarak bir gerçekliğe işaret ederken bir gerçekliği de kaçırmaktadır. Kimse 1923’ten hatta 1639 Kasr-ı Şirin’den bu yana Kürtlerin devletlerarasında pay edilmediğini, sömürülmediğini kültürel haklarından ve ulus olma hakkından mahrum bırakılmadığını söyleyemez.

Ancak işgal başka bir şeydir. Tanımı ve tarihsel yeri farklı bir yeri işaret eder.  Kürdistan’ın işgal altında olduğunu söyleyenler, hangi meclisin dağıtıldığını, hangi ordunun lağvedildiğini, hangi para biriminin yasaklandığını iddia etmektedir. Mesele tüm bunlara izin vermemiş, olanak sağlamamış bir sömürü sürecidir. Olmayan kurumları varmış gibi sayarak mı Kürdistan mücadelesi vereceksiniz? Eğer mesele böyle tarif edilirse devlet düşmanlığı sosyalizme değil demokratik moderniteye, düşman tanımı da sermayeye değil bir halka yönelir. 

Açık soru şudur. Diyarbakır’daki sömürge valisi de İstanbul’daki paşa torunu mudur? Gezi’de, Soma’da, Ermenek’te, Sivas’ta, Çorum’da, Maraş’ta, 1 Mayıslarda veya son yaşanan Ankara patlamasında valilerin gerçekten üzüldüğünü falan mı düşünüyorlar?

Sanırım böyle düşünülmeseydi Gezi’de bu kadar suskun olunmazdı. Ya da 4+4+4 eğitim sistemi tartışılırken sus-pus kalınmazdı.

Dertlerimizin şiddeti farklı olabilir ancak dertlerimizin kaynağında ve dermanında eşitiz. 

Eşit olmadan kavga verilmiyor. Kürtlere zulmeden, işkence eden, dilini ve kültürünü yasaklayan sermaye Türklere de bir şey vermiyor. Soma’ya bakın, Ermenek’te torununu yitiren dedenin lastik ayakkabılarına bakın. Daha birkaç ay önce Manisa’da hayatında ilk kez sinema gören tarım emekçisi kadınların haberini anımsayın.  

Eşitlik olmadan kardeşlik olmuyor. Anadilinde eğitim sadece Kürtleri ilgilendiriyorsa ortaya anlaşacak bir şey kalmıyor. Herkes acıyı tarif ettiği dilde kalıyor. Kız aldık kız verdik bin yıllık kardeşiz demenin de manası yok. Kavgada eşit olmadan sonuçta müttefik olunmuyor. 

Ötesi “Ankara-Erbil Hattında Stratejik Ufuklar”dır. 

Ötesi ver kurtul vur kurtul politikasıdır. Öz yönetim ya da yerelleşme adıyla sermayeye açılan bir talan haritasıdır. 

Hendekler ve barikatlar bir sonuçtur. Sonuca bakarak sorun çözemezsiniz. Kaynağında emek var, sömürü var. Bunlara karşı çıkmadan da barikatları yaşatamazsınız.