Ben sana Türkiyelileşemezsin demedim

Sonda söyleyeceğimi başta söyleyerek başlayayım. Sosyalizm ne yana düşer?

Bazı argümanları güncellemek gerekiyor. Çünkü işaret ettiği ya da yolunda seyrettiği gerçeklikle beklentisini sunduğu şey arasında bir açı var.

Barış Sürecinde Başlayabiliriz. 

Barış sürecinin Kürt halkında yarattığı heyecanı ve umudu fark etmeyen ya da gözlemlemeyen var mı? Bırakın son 30 yılı. 1639 Kasr-ı Şirin Anlaşmasıyla, Kürdistan sınırı ilk kez ikiye bölündüğünden beri savaşsız ya da baskısız geçen bir dönem var mı? Mir Muhammed, Mir Bedirxan, Yezdan Şer, 1925, 1930, 1938, 49’lar davası, şakî ile mücadele, kaçakçı ile mücadele, terörist ile mücadeleden günümüze yolun sonunda görünen barış süreci. Buna yürekten sevinmeyen olabilir mi?

Peki ya yaşadığımız bir “barış” süreci mi?

Mesele silahların susması ve insanların ölmemesinden ibaretse ise buna barış süreci demek yetersiz olacaktır. Zira on yıllar boyunca Kürt halkı zaten boyun eğmiş olsaydı ne silahlar patlayacak ne de insanlar ölecekti. Bir “ulus olma hakkından mahrum bırakılan Kürtler”, dili için, emeği için, kültürü için ayağa kalktı. Eğer sonucunda TRT Şeş’e ya da TRT Kurdî’ye ikna olacaksak, kültürümüzün gelişimini demokratik İslam yolunda arayacaksak, emeğin kurtuluşunu Kürt iş adamalarına havale edeceksek ve tüm bunlar silahların susmasını sağlayacaksa buna “çatışmasızlık” diyebiliriz. Barış başka bir şey.

Kürt halkını savaşlarla yıldıramayan iktidarlar yalanlarla dize getirmeye çalışıyor. Masanın bir başında katlederek tükenen bir bezirgân diğer tarafında savaştan yorulmuş bir halk.  Siz barış sürecine ikna olabilirsiniz belki ama adını koyalım. Bunun adı çatışmasızlıktır. 

Olmaz olsun böyle bir barış denildiğinde ise “Ne yani sen savaş mı olsun, insanlar ölsün mü istiyorsun?” argümanı ile karşı karşıya kalabiliyorsunuz. AKP ile barışa boyun eğmemek savaştan yana olmak manasına geliyor. Geçiniz efendim. Uzaktan yakından alakası yok. Ne yani, SOMA felaketinden sonra “yaşamak bu değil” dendiğinde “ ne yani sen ölmek mi istiyorsun?” manası mı çıkıyor. Var olana tahammülsüzlük daha iyisinin mümkünatı ile ilişkilidir. Devrimciler var olan ile yetinemezler. Var olan TRT Şeş’tir, Demokratik İslam’dır, Roboski’dir, Van Depremindeki çekilen çile, hala devam eden mevsimlik işçilerin kıyımı ve plaza inşaatlarında can veren emekçilerdir. Görmezden gelemeyiz.

İkinci olarak barış sürecinde seyrin işçi sınıfı mücadelesi ile olan ilişkisi.

Parti programında emperyalizme, sömürüye ve savaşlara karşı mücadele vurgusu olan HDP’nin bu yanının kadük kaldığını artık merkezi kadroları dahi dile getirirken konuya dair uzun uzadıya bir şeyler söylemeye gerek kalmıyor. 

Ama birkaç şey eklemekte de fayda var.

Barış süreci boyunca Kürt siyasetinin yüzünü işçi sınıfına döndüğünü söylemek mümkün değildir. Bu, sürecin “renklerinden biri” olan kimi işçi sınıfı siyasetçilerinin ya da kurumlarının varlığı ile de telafi edilemeyecek bir durumdur. Süreç kimi sosyalist öznelerin desteği ile sürdürülse de sürecin sosyalizme ilerlemediği aşikar. Çünkü barış sürecine destek veren sosyalistler sürecin bir rengi iken liberal argümanlar sürecin kaptanlığını yapıyor. 

Sıra sosyalizme geldiğinde ise bunun güncel sorunlara ya da ölümlere çare olmadığı söyleniyor. Anlık, hemen bir çözüm lazım diyerek ötelenen sosyalizmden geriye Reyhanlı, Roboski, dinci gericilik, Hizbulkontra, AKP’nin halefi IŞİD kalıyor. Evet. Tüm bunlar barışı ya da kurtuluşu ötelemiyor ama sosyalizm ihtiyaçları karşılamıyor öyle mi? Bırakın da buna programında bir kez olsun sosyalizm kelimesinin geçmediği HDP değil de biz karar verelim.

Barış süreci, çözüm süreci, demokratik çözüm, Kürt açılımı ya da Türkiyelileşmek… Henüz adının dahi net olmadığı bir sürece kefil olmak kefaretini karşılayan bir şey değil. Türkiye’nin partisi olmak ile işçi sınıfının sesi olmak arasında bir açı var. Birilerinin bu açıyı görmezden gelmelerine ya da üstünü örtmelerine müsaade edemeyiz. 
Son olarak siyasal İslam…

Adını koyalım. Dönem gericilik dönemi… Aydınlanmacılığın meşalesi titrek bir ışıkla yanarken gericilik kol geziyor dört bir yanda. Dünya “gericiliğe dönerken”  çığlığımız duyulmuyor, gericilerin fısıltıları ise bir uğultu yaratıyor.  IŞİD destekçileri sokaklarda yardım toplayıp gezerken işçi sınıfına bayramını kutlamak bile hakir görülüyor.

Hüda Par’lı Zekeriya Yapıcıoğlu geçtiğimiz gün Rudaw’a verdiği röportajda çözüm süreci açısında AKP’ye değil HDP’ye yakınız diyor. Gerici adaylar sokaklarda boy gösteriyor. 

AKP, siz din düşmanısınız dedikçe “vallahi din düşmanı değilim” demek siyasetin gerici silahına karşı elleri havaya kaldırmaktır. Oturup Kur’an’dan ayetleri ve Diyanetin işleyişini inceleyerek yola devam etmenin çıktısı bugün Diyarbakır’a Din Kültür Merkezi’nin temel atma töreni olarak karşımıza çıkıyor. Önce dinci gericiliğe karşı çıkacaksınız. İmam Hatiplere, zorunlu din derslerine, IŞİD’e ve onun bölgedeki uzantılarına 12 Eylül’den bu yana elinde Kur’an’la mitinglerde boy gösteren diktatörlere karşı duracaksınız.

O zaman başta söylediğimize bir ek yaparak bitirebiliriz. 

Kürt tarihinde Mir Celadet Bedirxan gibi bir Kürt aydınının mı ışığı parlayacak yoksa Dengir Mir Mehmet Fırat’ın mı? AKP’yi kuran birinden Kürt halkını kurtaran bir figüre dönüşen Fırat mı yoksa kendisine halkına ayan Celadet mi? Mesele IŞİD’in varlığı değil sadece, Türkiye’de buna zemin sunan dinci gericiliktir. En temel argümanı hatırlatarak; IŞİD sineğini yok etmekle mi yetineceğiz yoksa bataklığını mı kurutacağız. Silahların susmasına barış demek, daha da ileri gidereniz silahlar patlar demek tehdididir. Buna boyun mu eğeceğiz yoksa aydınlık bir gelecek mi kuracağız. 

Marksist Kürt şair Cegerxwîn’in dediği gibi.

“Boyun eğen tutsaktır, biz yücelere çıkalım.”