Türkiye küçülürken...

Geçtiğimiz yılın son çeyreğinin büyüme rakamının açıklanmasıyla Türkiye ekonomisinin küçülmeye başladığı resmi rakamlarla da doğrulandı. Küçülmenin 2019'da da devam edeceği öncü veriler sayesinde bugünden görülebiliyor.

Bu küçülmeyle AKP'nin ekonomik performans açısından kendisinin tüm iddialarına karşın önceki iktidarlardan bir farkı olmadığı da tescillendi.

Uzun yıllardır sağcılar tarafından yönetilen Türkiye bu tek parti iktidarları döneminde kişi başı ortalama gelir açısından yüzde 3 civarında büyüdü. Bu rakam Demokrat Parti, Adalet Partisi, ANAP ve AKP dönemlerinde ufak değişikliklerle yaklaşık olarak aynı kaldı. Sosyal demokrasinin kısa dönemlerde koalisyon lideri veya ortağı olduğu dönemlerde de durum hiç farklı değil. Çok partili devirde Türkiye'yi yönetenlerin ortaya koyduğu tablo bu. 70 yılın sonunda önemli oranda zenginlerin cebine giren yüzde 3'lük bir büyüme, zengini çok ve ekonomisi büyük olsa da geniş emekçi kesimleri yoksul bir ülke anlamına geliyor.

Peki AKP önceki iktidarlara göre hiç mi bir fark yaratmadı? Yarattı elbette. AKP zengin yaratma ve zenginleri daha zengin etme konusunda kendisinden önce gelen kim varsa hepsini geride bırakmayı başardı. Şayet sağcılık emekçi ve yoksuldan alıp zengine vermek olarak tanımlanacaksa, bunu en iyi AKP yaptı, tarihin en sağcı iktidarı AKP oldu.

AKP'nin farklılığı kadar kendisinden önce gelen iktidarlarla ortak noktası da gayet ilginç.

Bu iktidarların hepsi ilk yıllarında, son dönemlerine göre daha iyi bir büyüme performansı yakaladılar. Menderes de, Demirel de, Özal da ve Erdoğan da koltuğa ilk oturduklarında yüzde 3'ün üzerinde bir büyüme gördüler. Aynı şekilde hepsinin son dönemlerinde ekonomi küçüldü veya yavaşladı.

Bu durum yalnızca Türkiye'ye özgü değil ve nedeni üzerine Batı'da ve Türkiye'nin belli çevrelerinde revaçta olan bir teori var. Deniliyor ki, bu tek parti iktidarlarının hepsinin ilk dönemlerinde parti içinde farklı seslerin mevcut olması ekonomik büyümeyi olumlu etkiliyor ve sonrasında yaşanan küçülme bu unsurların tasfiyesiyle ilgili.

Peki gerçekten öyle mi?

Türkiye'nin tek parti iktidarlarının hepsinin aslında bir koalisyonu temsilen iktidara geldiği elbette doğru. Farklı sağcı eğilimleri birleştiren AKP ve ANAP bu açıdan belki iyi bilinen örnekler. Ama Menderes'in DP'si veya Demirel'in AP'si de bu açıdan birer istisna değildi.

Yine iktidar süresi uzadıkça bu tip koalisyonları bir arada tutmanın zorlaştığı da her dönemde gözlenebilen tarihsel bir veri. Fakat bu iki olgu arasında bir ilişki var mı ve bu ilişki ne?

Neredeyse istisnasız bir şekilde tekrarlanan bu olgular arasında bir ilişki olduğu açık. Ancak bir tür uzlaşı veya parti içi demokrasiyi öne çıkaran Batı kökenli liberal yaklaşım bu bağlantıyı tersinden kuruyor.

Çünkü Türkiye'deki iktidarların ilk dönemlerindeki ekonomik büyüme esas olarak bu partilerin tamamının köklü bir krizin ardından ya da farklı bir büyüme modelini dayatmak için işbaşı yapmalarıyla ilgiliydi. Parti içindeki geniş koalisyonlar da tam da aynı nedenle, köklü dönüşümler için gereken toplumsal desteğin sağlanması açısından bir gereklilikti. Çok partili döneme geçişte DP, 27 Mayıs'ın ardından ithal ikameciliği zorlayan AP, dönemin 12 Eylül'le birlikte kapanmasıyla bu defa ihracata dayalı bir modelin temsilcisi ANAP ve son olarak 12 Eylül'ün başlattığı dönüşümü hem siyasi hem de iktisadi olarak mantıksal sonucuna götürecek ve 1923 Cumhuriyetini yıkacak olan AKP...

Hepsi farklı kriz dönemlerine ve ihtiyaçlara karşılık gelen partilerdi ve bu büyük dönüşümleri tamamlamak için muhtaç oldukları toplumsal desteği sağlamak adına tek parti çatısı altında geniş koalisyonlarla hareket ediyorlardı.

Aynı iktidarların bir süre sonra kaçınılmaz olarak girdikleri kriz sarmalında bu koalisyonun dağılması da zaruriydi. Koalisyon dağıldığı için parti ve ülke krize girmiyordu. Tam tersine, Türkiye'de düzen tıkandığı ve yalnızca iktisadi açıdan değil siyasi olarak da kriz kaçınılmaz hale geldiği için iktidar bloğunda çatlama ve mücadeleler yaşanıyordu.

Sağcı tek parti iktidarları Türkiye'nin küçülmesiyle çakışacak veya küçülmenin habercisi olacak şekilde kendi aralarında kavgaya tutuşuyor, sonrasında da krizden çıkış için başka bir sağcı odak ve iktidarı yaratıyordu.

Her dönem elbette bire bir aynı değil. Cumhuriyet sonrası Türkiye tarihinin en köklü dönüşümünün yaşandığı AKP'li yılların da kendine özgü bir tarafı olması doğal. Ancak AKP döneminde de krizle iktidar bloğunun dağılması arasındaki ilişki açık bir şekilde gözlendi.

Bu çatışmaları Erdoğan'ın mı yoksa diğerlerinin mi tetiklediği başka bir tartışma, ama Fethullahçılardan liberallere geniş bir çevrenin iktidar bloğundan ayrı düşmesi ve bu anlamda AKP'nin tek sesli hale gelmesi Türkiye'de bir krizi tetiklemedi. Tam tersine Türkiye'nin çok boyutlu bir krize doğru gittiği açıktı ve sürdürülemez bir ekonomik model eninde sonunda iflas edecekti. Gittikçe derinleşen bu kaçınılmaz kriz Erdoğan'ı yalnızlaştırdı. AKP gemisi ya terk edildi, ya da bazıları bu gemiden uzaklaştırıldı.

Kriz ve değişim ihtiyacı AKP'den öncekilerin sonunu hazırlamıştı. Şimdi bu derin kriz AKP'nin kaderini belirleyecek.

Erdoğan liderliğindeki AKP'nin şu ana kadar tüm badireleri atlatması bir eğilimi yanlışlamıyor; Türkiye bir süredir değişim sancıları yaşıyor ve üstelik Erdoğan'ın liderliği sabit kalsa dahi değişiyor da.

Türkiye 2002'den elbette çok farklı bir ülke. Ama Türkiye beş yıl önce yerel seçimlere giden ülkeyle kıyaslandığında da bambaşka bir yer artık. Keza AKP de aynı parti değil. Bu değişimin AKP ve Erdoğan'lı mı devam edeceğini, yoksa başka türlü mü yaşanacağını hep birlikte göreceğiz.