ABD Zarrab'ı değil, AKP'nin tüm yöneticilerini yargılarsa...

ABD'de hapiste bulunan Rıza Zarrab ve Halkbank eski yöneticisi Mehmet Atilla neden tutuklu? Bu davanın uzantısı olarak AKP'li eski bakan Zafer Çağlayan neden tutuklanmak isteniyor? Yine bankanın eski genel müdürü Süleyman Aslan başta olmak üzere diğer yöneticiler hakkındaki suçlamalar ne için?

Türkiye'de yaygın olarak bilindiği gibi yolsuzluk ve rüşvetten dolayı mı? Hayır...

Türkiye kamuoyu haklı olarak bu davayı 17-25 Aralık sürecinin bir uzantısı olarak görüyor. Oysa davanın 17-25 Aralık süreciyle bağlantısı olsa da, o günlerde yaşananların bir devamı olarak görülmesi doğru değil. Hatta belki de tam tersi doğru. Çünkü ABD'nin Türkiye'deki şebekeyi tam olarak ne zaman ve hangi yolla takip etmeye başladığı şimdilik bilinmiyor.

Bilinen şu; 2013 yılının Haziran ayında Obama yönetimi İran'la gaz ticaretinde altınla ödeme yapılmasını sağlayan boşluğu yasal olarak ortadan kaldırıyor. Hemen ardından Erdoğan'ın durmayın dediği de, Zarrab ve ortaklarının ABD'nin yaptırımlarını delmek için bir yol geliştirdiği de kayıtlarda var.

2013 sonbaharında bu ekibin attığı her adımın takip edildiği, konuşmaların dinlemeye takıldığı 17-25 Aralık olayları sırasında ortaya çıkmıştı zaten. Ama bu noktada yöneltilmesi gereken soru şu; Gülen cemaatine bağlı polis ve savcıların yaptığı operasyonun zamanlamasının özel bir anlamı var mı? Başka bir deyişle, bu takip ve dinleme operasyonunu başlatan irade kim? Haziran 2013'te aldığı kararın delindiği haberini alan ve bunu belgeleme ihtiyacı duyan ABD mi? Yoksa bu kararın delinmesini fırsat bilerek Erdoğan'a bir darbe vurmayı hedefleyen Gülen cemaati mi? Cemaate bağlı memurlar ABD'den gelen direktif doğrultusunda mı hareket geçtiler, ya da kendileri inisiyatif alarak belgeledikleri bu ağı sonrasında ABD'ye servis mi ettiler?

Bu sorunun yanıtı şimdilik belirsiz. Ama bu dinlemelerin bugün ABD'de görülmekte olan davanın temel kanıtlarından birisi olduğunu biliyoruz. ABD'li savcı ve FBI ajanları AKP'li yetkililerin aksine bu tapelerin fabrikasyon ya da sahte olduğunu düşünmüyorlar. Tam tersine, yapılan bu görüşmelerin ABD yaptırımlarının nasıl aşıldığını gösterdiği kanaatindeler.

Türkiye kamuoyunun kafa karışıklığı da işte tam bu noktada başlıyor. Bu operasyonun açığa çıkardığı yolsuzluk ve rüşvet ağının merkezindeki isimler ile ABD'nin suçlamalarına hedef olan kişilerin aynı olması, Sarraf ve diğerlerinin yolsuzluk ve rüşvet suçlarından yargılandığını düşündürtüyor.

Oysa durum bu değil... ABD, bu isimlerin tamamını kendi koyduğu yaptırımları delmekle, ABD finans sistemini aldatmakla, işin özünde ABD çıkarlarına aykırı hareket etmekle suçluyor. Tüm bunlar yapılırken bu isimlerin büyük, çok büyük miktarlarda rüşvet vermesi veya alması, olağanüstü boyutlarda parayı kişisel hesaplarına aktarması dava dosyasında yer alıyor elbette. Ama esas suçun nasıl işlendiğine dair detaylar şeklinde... Örneğin, eski bakan Zafer Çağlayan'ın aldığı devasa rüşvet bir suç unsuru olarak tanımlanmıyor. Çağlayan rüşveti, İran hükümetine sağladığı kolaylıklar ve bu kolaylıkları ABD yetkililerinden saklamak için alıyor. Rüşvet için değil, ABD aleyhine attığı adımlardan dolayı suçlanıyor.

ABD yolsuzluk ve rüşvetle ilgilenmiyor aslında; kendi çıkarlarına aykırı hareket edilmesini, koyduğu kuralların delinmesini yargılıyor. İlkinin, ABD'nin Türkiye'deki rüşvet skandallarını hedef almasının ne kadar saçma olduğu ortada zaten.

Tabii, davanın konusunun ABD çıkarları olması, bu dava vesilesiyle, bildiğimiz rüşvet ve yolsuzluk ağının ortaya saçılması ve belgelenmesini engellemiyor. Ortada ABD yaptırımlarını aşmak ve finans sistemini aldatmak için kurulan tezgahtan kişisel olarak faydalanan bir ağ var ve para gerçekten akla hayale sığmayacak kadar büyük. 30 küsur yaşındaki bir İranlı işadamının bu ticaretten aldığı komisyonla edindiği serveti hatırlamak ortada dönen paranın hacmi hakkında fikir veriyor.

Ancak davanın yaptırımların delinmesinin hedef almasının açığa çıkarttığı birkaç husus daha var ve bunlar dava konusunun ne olduğundan daha önemli.

Birincisi; bu ağın Türkiye'de devlet ve siyasetçi eliyle kurulmuş olması. Davanın seyrinde Erdoğan'ın nereye oturacağını belirleyen en önemli konu da bu. AKP lideri ABD'yi atlatmak üzere kurulan bu tezgahı biliyor ve hatta yönlendiriyor muydu, yoksa Erdoğan yalnızca iktisadi olarak Türkiye'yi zayıflatan bir kararın telafi edilmesi için insanları mı cesaretlendirdi? Erdoğan'ın bu davada nasıl yer alacağını bu sorulara verilecek yanıt belirleyecek.

Açığa çıkan ikinci husus ise Sarraf'ın devlet tarafından kurulan böylesi bir ağın içinde doğal olarak bir devlet görevlisi gibi davranması. Erdoğan'ın dava hakkındaki tüm beyanları da bunu doğruluyor zaten.

Her iki hususun da doğrudan Türkiye Cumhuriyeti devletini ve bu devleti yöneten insanları bağlaması bu davanın hukuki değil siyasi ve diplomatik bir kavga olarak görülmesi gerektiğini bize tekrar hatırlatıyor. Dolayısıyla, davada verilecek kararlar, açığa çıkacak hususlar da örneğin herkesin ilgilendiği kısım olarak Erdoğan'ın bu davada nasıl yer alacağı meselesi de hukuki değil siyasi saiklerle belirlenecek.

Türkiye ile ABD arasında süren krizin en temel fay hatlarından olan bu sürecin gidişatı krizden ve süren pazarlıklardan bağımsız ele alınamaz elbette. Ancak dünyanın efendisi olma iddiasındaki ABD'nin Türkiye ve Erdoğan'la ilgili meselesinde bir “davanın” merkezi yer tutmasında bir gariplik olduğu, bu garipliğin Türkiye'deki yaygın kanaatin aksine ABD'nin efendi olma iddiasındaki zayıflamayla bağlantısı ise aşikar. ABD gücü nedeniyle değil, güçsüzleşmesi sebebiyle hukuki bir aracı kullanıyor. Sistemin lider ülkesinin Erdoğan ve Türkiye için böylesi araçlara ihtiyaç duyması, sistemin ve liderin zayıflığı hakkında bayağı ipucu veriyor.

Bu dava hem dış güçlerin tavrı, hem de Türkiye'yi yönetenlerin sorumsuzluğu ve pervasızlığı nedeniyle 2019'a doğru giderken memleketi gerçekten zor günlerin beklediğini gösteriyor. Dünya düzeninin tüm rezilliğinin baş sorumlusu olarak görülmesi gereken bir ülkenin baştan aşağı rüşvet ve yolsuzluğa batmış bir şebekeyi kendi çıkarlarına aykırı hareket ettiği için yargıladığına mı yanarsınız, yoksa bu adamların hepsinin bu işi devlet görevlisi olarak yaptıklarına ve Türkiye Cumhuriyeti'nin bu hallere düştüğüne mi dertlenirsiniz orası size kalmış.

Ancak bu davanın tüm bu taraflar hakkında açığa çıkardığı önemli bir gerçek var. Türkiye halkı kendi kaderini ne bu ülkeyi yöneten AKP'ye ne de dış güçlere teslim edebilir. Her iki tarafın da yalnızca kendi çıkarının peşinde olduğu bu oyunda ülkemizi yakmaktan çekinmeyecek bu güçlere karşı mücadele etmek için kendi göbeğimizi kendimizin kesmesinden başka bir yol yok.