Yaşasın işsizlik, yaşasın üniversite!

Ülkemizdeki koşulların ertesinde göçmen vize süreci de uzayınca, düzenli gelire sahip olmadığım yılları bir elin parmaklarıyla sayamaz oldum. Pek çok açıdan canımı yaksa da işime gelen yanları oldu işsizliğin. Örneğin özgeçmişimle ilgilenmek gibi, hiç hoşlanmadığım bazı şeyleri yapmaktan kurtuldum.

Üniversite eğitimi, makaleler, ödüller…Özgeçmişleri parlatan bu gibi şeyler, her yerde tehlikeli gerginlikleri doğuracak şekilde önemseniyor. Bu parıltılı şeylerden bende de az çok var uzanamadığı ete mundar diyen kedilere benzediğim söylenemez herhalde, ancak önündeki eti yememekte ısrarı yüzünden açlıktan ölen bir kedi olma tehlikesini savuşturamadığım da kesin.

Parıltılı şeylere ve göz kamaşmalarına iyice taktığım şu yıllarda, aklıma sık sık memleketim Burhaniye’de geçen çocukluğum geliyor. Okumuş şehirli ailelerle, okumamış yerli aileler yazın aynı mahallede iç içe yaşadılar. Örneğin ilkokul mezunu bile olmayan anneannemin en yakın dostlarından biri Avukat Mualla teyzeydi. Eğitim ve sınıf olarak karmaşık bir grup insan birlikte şen şakrak baklava yaptılar, kumsalda çay içerek güneşi batırdılar. Eğitimli olanın diğerini aşağılamaması ve eğitimsiz olanın kendini aşağı hissetmemesi gerektiğini kimse öğütlemedi bize. Normal olanın bu olduğunu, bilginin ve bilgiye açık olmanın diplomanın üzerinde bir değer olduğunu böylece gördük ve içselleştirdik. Bazı okumuşların kasıntılı hallerini çekilmez bulmamda, hâlâ süren bu güzel dostlukların payı büyük.

Diplomanın bilgi ve zekanın mutlak bir göstergesi olmadığını liseyi bitirmeden evlenmiş bir anne ve ODTÜ mezunu bir baba ile büyüyerek de gördük. Ancak tabii ki kendini aşağı görmemek ayrı şey, olanak varken öğrenim görmemek ayrı. En kutsal kelimenin “öğrenci” olduğu evimizde, üniversite yüce bir kurumdu ancak sınav hazırlıkları boğdu beni. En güzel yıllarımızın bir tür yarışla geçmesi, üniversitenin işle ilişkilendirilmesi, insanların meslekleri türlü şekilde derecelendirmeleri (zekiler mühendis olur, aptallar edebiyat okur gibi) zaten çok yüceltmediğim diplomadan soğuttu.

Lisedeyken arkadaşlarla kitapçılarda uzun vakit geçirir, tanıtımlara pek yüz vermeden raflarda bulurduk dostlarımızı. Ingvar Ambjörnsen’in Ayrıntı yayınlarından çıkan “Beyaz Zenciler” kitabını da böyle keşfetmiştik. Kitabın arkasındaki şu sözler doğallıkla çarpmıştı “Beyaz zenciler, mahkum edildiğimiz rezil, yoz televizyon dizilerine benzeyen hayatlardan eğitim, kariyer, başarı ve benzeri cüce düşüncelerden nefret ederler…”

90’lı yılların başında kendi ağzımdan çıkmış gibi onaylamıştım bu sözleri. Doktora yapanın yapmayanı aşağıladığına, hocaların öğrencilerinin önünü tıkadığına şahit olmamıştım henüz. Paketin ve tanıtımın, ürünün bunca önüne geçtiğine de.

Akrabalarında yüksek öğrenim görmüş kişi sayısı yok denecek kadar az olan babamın, sınav dönemindeki tutumunu da o zamanlar sert bulurdum. Rekabetin bu denli acımasız olmadığı, insanların daha ilkeli yaşadığı yıllarda yaşamının dar çeperini ancak öğrenimle yırtan babamı artık daha iyi anlıyorum. İş seçme gibi lüksü olmayan babam, benim vitrine koymakta sıkıntı çektiğim vasıfların yeri geldiğinde kapıları açmak ve ilerlemek için anahtar görevi gördüğünü hemen belleyebilmiş.

Eşim de şimdi böyle bir anahtar peşinde üniversiteye başladı. Lise mezunu olmasına rağmen Fish and Game’de (Milli Parklar benzeri bir kurum) üst üste işe alınması sistemin içine mantığın ve insanlığın sızabildiğini göstermiş, gülümsetmişti. Ancak tüm olumlu gelişmelere rağmen, diplomasının olmaması hem kalıcı bir göreve alınmasını engelledi hem de maaşını etkiledi.

Eşimin kapısından içeri hâlâ coşkuyla girdiğim yerlerin başında gelen üniversiteden anahtarını almanın yanında, beslenerek çıkacağından eminim.