Yaşam savaşının mahremiyeti

Kanımca yaşam, en büyük sanat eseri. Her günkü eylemlerimiz fırçamız, tuvale bizi yansıtan bir şeyler çiziyoruz. Fırçamıza hakim değiliz her zaman, ne de boyalarımıza… Koşullarımız içinde elimizden geleni yapıyoruz. İşte bu nedenle belki de en başta bir savaştır yaşam. Adaletsizlikler, şanssızlıklar, acılar içinde fırçamızı düşürmemek için savaşıyoruz. Hastalıklar gibi kimi dertlerimiz aslında sınıf farklarını bile büyük oranda silebiliyor çünkü oluk oluk aksa da paranın yapacağı bir şey olmayabiliyor. Yaşamın kimi acılarından kimse kaçamıyor.

Yarın sosyalizm gelse bile bu temel acıları silemeyecek. Ölüm orada duracak tedavisi olmayan, çektiren hastalıklar orada türlü kederler, sıkıntılar orada. Hepsiyle başederek yaşamaya çalışıyoruz, çalışacağız. Bu yaşam savaşı içinde kimi zaman ne kadar aciziz. Aklımızın rehberliğinde, bilgilerin ışığında elimizden geleni yapsak da fazla ilerleyemediğimiz anlar oluyor. Gökkuşağının ya da güneş tutulmasının neden olduğunu bilmediğimiz, bilmediğimiz için korktuğumuz çağlarda yaşamıyoruz ama bir sevdiğimizin hasta olması da yüreğimize çok keskin bir korku salabiliyor. Elimizden geleni yaptıktan sonra yüreğimizin ve aklımızın türlü dalgalanmalarına engel olabiliyor muyuz? İnsan olmak denen durum bizleri burada da uçlara savuruyor ama hep birbirimizden çok uzağa mı?

İnsanların yaşam savaşı içinde kendilerini aciz hissettiklerinde kendilerinden daha büyük bir şeye inanması ya da inanmak istemesi ( örneğin umutlu kalabilmek için bilerek kendilerini kandırmaları) bence saygı duyulması gereken, çok ilkel ve güçlü, belki de en önemlisi çok mahrem bir duygu ve gereksinimdir. Din konusunun da aslında bu evrensel ve tarih ötesine ulaşan duygu ile pek bir ilgisi yoktur.

Elden gelen yapıldıktan sonra yürüdüğümüz yol da aslında yine elimizden geleni yapmamızı istemiyor mu bizden? Yaşamda kalmamız gerekiyorsa ve bu konuda bize yardım edecek bir yol varsa ayaklarımız nerdeyse içgüdüsel bir şekilde bizi oraya götürmez mi? Sonunda yeryüzünü terk etme kararı almamızı da içerebilen bu içsel yolculuk kişiden başkasına ağır gelmez mi? Hayatta kalmaya çalışmanın doğmak ve ölmekle ilgisi olduğundan değil midir bu yolun yalnızlığı?

Dinci gericiliğin insan bedeninde ve genel olarak yaşamda sürekli müstehcenlik görmesinin, mahrem kalması gereken bu konulara da sürekli burnunu sokmasıyla ilgisi yok mu? Özel hayatımızın sınırları çizilecekse kendimizi aciz hissettiğimiz, belki de kimseyle konuşamadığımız anlarımız bunun dışında kalabilir mi? Tek kişinin aklı ve yüreği için çizilmiş yol onca yükü, karışıklığı kaldırır mı?

Dinci gericiliğe tepki vermek ile en güçlü duygularımızın soluduğu alanı gericiliğe kaptırmak dışında bir seçeneğimiz olmalı. En mahrem, en ilkel, en güçlü duygularımızın soluduğu alanı geri almanın, yoldaki parazitleri atmanın da dinci gericiliği güçten düşürmekle ilgisi olmalı. Ne dersiniz?