Tahterevallinin ucundaki İstanbul

İlkokuldan üniversiteye kadar İzmir’de yaşadım. Özellikle lise yıllarımızda (90’ların başları) arkadaşlarımızla İstanbul üzerine çok düşünürdük. İstanbul’daki etkinliklerin yarısının bile İzmir’de gerçekleşmemesi, ulusal gazetelerin İstanbul haberleriyle dolup taşması, nerdeyse ünlü olan kim varsa İstanbul’da yaşaması ve daha pek çok şey tuhafımıza giderdi. İstanbul’a gelen filmler bile batıdaki bir büyükşehre gelmiyorsa, bizler bile bilim ve sanat etkinliklerine aç kalıyorsak diğer bölgelerde yaşayan gençler kimbilir ne durumdaydı?

Zamanla, İstanbul’un kalabalık nüfusu içinde iş nedeniyle istemeye istemeye memleketinden göç edenler olduğunu öğrendim. Yaban hayatı üzerine çalışmalarımız sırasında Doğubeyazıt’a kadar ülkemizin pek çok yerini gezme fırsatım da oldu. Güzelliğine hayran kaldığımız yerlerde bunu dillendirdiğimizde insanlar heyecanla “Arkadaşlarınıza da anlatın, onlar da gelsinler memleketimizi görsünler” gibi şeyler söylerdi. Öğrendiklerim ve gördüklerim üzerine bir tür tahterevalli imgesi belirmeye başladı zihnimde. Ülkemiz, İstanbul’un olduğu yerde Marmara Denizi’ne gömülüyor ve diğer bölgelerini havaya savuruyordu. Biz ne İstanbul’un ne de ülkemizin değerini bilmiyorduk.

İstanbul’la ilgili, bilimi ve yaşamı göz ardı eden rant haberleri peş peşe gelince, ülkemizin kalbi olmaktan yorulmuş bu talihsiz şehri düşünmeden edemedim. Tarihe çok meraklı olan eşim İstanbul’u gördüğünde çok üzülmüş, ona böyle hoyrat davranıyor oluşumuza anlam verememişti. Böylesine önemli, tarihi bir şehirde gökdelenlere nasıl izin verilebiliyordu örneğin? Şehrin kaldırmasının mümkün olmadığı nüfus artışını ve ulaşım sorunlarını uygarca önlemenin yolları üzerine niçin düşünülmüyordu?

İstanbul, yalnızca tarihiyle değil yaban hayatıyla da dünyanın en görkemli, en ilgi çekici metropollerinden üstelik. Gökyüzünden göçmen kuşları, boğazından yunusları eksik olmayan bir şehir İstanbul. Göç zamanı bir gün içinde leylekten kartala, pek çok türden binlerce kuşu İstanbul semalarında süzülürken izleyebilirsiniz. Havanın kapalı olduğu bir gün Karaköy’de yürürken adımlarımızın arasına tepemizde süzülen leyleklerin gölgeleri düşmüştü. Hemen sonra bindiğimiz vapurda giderken sıçrayan bireylerin de olduğu bir yunus sürüsüyle karşılaşmıştık. Bunca yapılaşmaya rağmen İstanbul’un güzel kalabilmesinde tabii ki leyleklerin, yunusların da payı vardı! Dürbünümün yanımda olmadığı bir gün Topkapı Sarayı’ndan çıplak gözle yunus görüşümü ise hiç unutamıyorum.

3. köprüden, Kanal İstanbul’a 3. havaalanından, yüzer otoparklara, hangi proje İstanbul’un güzelliklerini korumaya ve daha çok insana görünür kılmaya yönelik? Kuş-uçak çarpışmalarından, Boğaz’ın kimyasal dengesinin değiştirilmesine, tüm projelerde insan yaşamına yönelik tehditler bile söz konusu iken İstanbulluların kuş ya da yunus türlerini tanımasını, onları fark etmesini kolaylaştıracak çalışmalar bekleyebilir miyiz? Boğaz’daki balıkları, yunusları önemsemeyenler ne yazık ki zamanında da hizmet olarak dev akvaryumları, yunus gösteri parklarını sunmuşlardı. İstanbul’un taşı, toprağı gibi doğası da işlenip pakette sunulunca para ediyordu.

Haziran direnişinin İstanbul’da patlak vermesi bir anlamda tahterevalli imgesini de hatırlattı. Tepemizdekiler hummalı bir rant çalışmasına girmişken Boğaz’a gömülü kalacak hali yoktu İstanbulluların. Yıllarca ülkemizin ilgi ve etkinlikle en çok beslenmiş, en çok donanmış göçle en çok harmanlanmış bu şehrinin insanları ayağa kalktılar. Denizinden karasına, kuşundan balığına ardı kesilmeyen projelerle yağmalanan İstanbul’un gerçek sahiplerinin (hele ünlülerin)yeniden şehirlerine sahip çıkmaları, seçim zamanı tahterevalliye binip şehri talan etmeye niyetlenenleri evrenin boşluğuna savurmaları gerekiyor.