Nobel tartışmaları ve toplumsal ahlâk

Geçen yazıda, Alaska’da balinalara, denizaslanlarına yakın oluşumuzun tüm dünyada pek çok insanın yaşamak istediği bir şey olduğundan söz etmiş, böyle yerlere gidecek parası olamayanların kapitalizmin müthiş icadı olan hayvanat bahçelerine yollandığını belirtmiştim. Elbette vurgulanması gereken çok önemli bir şey eksik kalmıştı. Onu da bu hafta,  Sancar’dan Şengör’e gündeme oturan bilim, bilimci tartışmalarına katkıda bulunmaya çalışarak ele almak istiyorum.

Geçen yazıda eksik kalandan başlayayım. Aslında dünyanın tüm bölgelerinde (şehirler dahil) yaban hayatından düşünüldüğü kadar uzak değiliz ancak halkın geneli, çevresinde hangi hayvanların yaşadığını, onları nasıl görebileceğini bilmiyor. Özellikle çocukları için hayvanat bahçelerine gidenlerin sayısını azaltmanın bir yolu, bu bilgilerin üretilmesi ve yaygınlaştırılmasından geçiyor elbette.  Pek çok kurum ülkemizin yaban hayatı hakkında bilgilenmemiz için pek çok önemli çalışmalar yapıyor.  Belgeseller, kitaplar, kuş gözlem festivalleri...yıllar öncesiyle kıyaslanamayacak ölçüde üretim ve etkinlik söz konusu. 

AKP döneminde insanlar yanında doğa da katledildi. Rantlara, talana karşı her kesimden insan sokaklara döküldü, buldozerlerin karşısına dikildi, hatta canını verdi. Sularımızdaki yunus avı, haklı tepki çeken Taiji’nin kanlı katliamından yunus getirilmesi, bilimsel olarak ispatlanmamış “yunus terapisi” nedeniyle yunusların yanısıra hasta çocukların ve ailelerin sömürülmesi de yine hep AKP zamanında olmuştu.

İşte tüm bunlar nedeniyle doğayla ilgili çalışmalar yapan kişi ve kurumlar ister istemez olumlu bir etki bırakıyor bizlerde. Onları iyilikle bağdaştırıyoruz. Dünya genelinde de böyle bir durumdan söz edilebilir. Ancak gerçekte bu böyle mi?

Ülkemizdeki kuş, yunus çalışmalarını bırakarak buraya yerleşme öykümüzü anlattığım bir yazımdan (Eylül 2011) şu alıntı, bu soruya yanıtımın özeti sayılabilir;

“Alaska’ya isteyerek değil zorunda kaldığımız için yerleştik. Öykümüzün ülkemizin içinde bulunduğu karanlıkla çok ilgisi var. Artık bizi bir insanın “ne” yaptığından çok “nasıl” yaptığı ilgilendiriyor. Ancak hem bilimde hem sanatta, yapılan işlerin bir anlamda “çocuk” olduklarını ve “insanlık namına” onları doğuranlardan bağımsız olarak değerlendirilmeleri gerektiğinin de bilincindeyiz”.

Okuma, düşünme eylemiyle içiçe olan herkesin erken yaşlardan itibaren zihinsel egzersiz yaptığına emin olduğum bu konulardaki tutumuzun, toplumun genel ahlakını ve sağlam bir düşünsel omurgaya sahip olup olmayışını etkilediğini düşünüyorum.

“Üreten” ve “üretim” arasındaki, gittiğimiz lokantada, farkında olmadan bir “faşist” aşçının pişirdiği pirinç çorbasının lezzetli olduğunu düşünmemiz durumundan elbette daha zor ele alınabilecek ne çok durumla karşı karşıya kaldık. İlk örneklerden biri olarak aklıma muhteşem “Açlık” romanın yazarı Knut Hamsun’un Nazi yanlısı olduğunu öğrenişim geliyor. Şaşkınlık, düş kırıklığı, yaşam dersi…

Sonra bilim ve sanat alanındaki üretimlerin sağ-sol olarak ilişkisi gibi sayısız örnekle karşılaştık, sayısız tartışmayı izledik. Nitelikli tartışmaların çoğu sınırlı bir kitleye hitap eden yayınlarda, ortamlarda gerçekleşirken konuyu gündeme oturtarak toplum genelinin ilgisine açan durumlar, büyük ödüller, ün ve/veya sansasyonel açıklamalarla oluşuyor.  Orhan Pamuk’un Nobel’i alışı gibi… Pamuk’un kimilerince bu ödüle zemin hazırlayan açıklamaları, bu konularda zihinsel donanımı yeterli olmayan toplum genelini etkilemişti elbette. Sırf bu görüşleri nedeniyle ona sempati duyup okuru olanlar ile onu okumayı kesenler olmuştu. Sosyal medyada bir vatandaşın Pamuk’un siyasi görüşleriyle ilgili yazılan, çizilenler karşısında“Ne yaparsanız yapın, Pamuk okumaya devam edeceğim” diye yazdığını görmüştüm.  Edebiyat eserini siyasi görüşten ayrı tutmaya çalışan birinin isyanına benzeyen bu sözler, üreten ve üretim konusunun bulamaca döndüğü tartışma kaygılandırmıştı.

Teknik konularla, insan ruhuna dokulan alanlardaki üretimler biraz olsun farklı görünse de konu, faşist aşçının pirinç çorbası örneğindeki kadar basitçe ele alınmalı. Pişiren faşist diye lezzetli bir çorbanın kötü olduğunu söylememeliyiz. Bu bir anlamda yalan sayılmaz mı zaten?  Ancak yaşam da tatlardan oluştuğuna göre, işlerinde yetkin de olsalar faşistin elinden çıkan çorbayı içmek, AKP yalakası bir şarkıyıcı dinlemek zorunda değiliz elbette. Çorba/Şarkı/Kitap vs hakkındaki görüşümüz duygularımızdan etkilenmedikçe, biz dürüst kalmaya devam ettikçe sorun yok.

Çok ilgimi çeken çalışmalarını ilk Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji ekinden okuduğum, yıllar içinde görüşleriyle ilgili bir bilgi de edinmediğim için Nobel haberini duyduğumda çok sevindiğim Aziz Sancar konusu da böyle benim için. Sancar’ın Türkiye ziyaretiyle ilgili büyük düşkırıklığı yaşadım ama karşılaştığımız duruma şaşırmadım. Düşkırıklığım, kızgınlığım “gerçek” bir bilimciden beklediklerim ölçüsünde büyüktü ama zeytinyağı ve su gibi, hislerimin Sancar’ın çalışmalarını birden değersiz görmeme neden olması mümkün değildi.

Çok uzun süredir görüşleri ve kişiliği ile beni öfkelendiren Celal Şengör için de fikrim aynı. Kendisi adına utandığım son sözleri bile bilim alanındaki üretimlerini değerlendirmemi (bu arada her bilimsel üretimi değerlendirebilecek durumda olmadığımızı da bilmeliyiz) etkilemez.

Tam da burada, tersinin yaşandığı durumları da çok tehlikeli bulduğumu, duyguları ait olmadıkları yere fazlaca katınca en başta sözünü ettiğim toplumsal omurganın, ahlakın çökmesine neden olduğumuzu düşündüğümü söylemeliyim. Görüşlerini ve/veya kendilerini sevdiğimiz insanların (parti liderlerinden medyatik yazarlara) nerdeyse her yaptıklarını, her adımlarını bir an bile düşünmeden beğenen, alkışlayan insanların sayısını bir düşünün. Yapılan işlerin niteliğinin, yapanın kim olduğunun gölgesinde kalan durumları. Tehlikeyi belki de önce burada hissedebilmek önemli.

Böyle düşünen biri olarak yetişince aslında her şeyin çok açık olduğunu düşünüyorsunuz önceleri. “Eylemler, görüşler için herkesin herkese kızma hakkı var ama yapılan üretimleri yok sayma hakkı yok” diyorsunuz. Halktan bilgi saklamamak ve en önemlisi insanın kendisine saygısını yitirmemesi açısından bunların herkesin koruyacağı ilkeler olduğunu sanıyorsunuz. Çalışma ortamınızdaki hemen herkesin “üniversiteli” oluşuna çok daha fazla önem biçtiğiniz gençlik yıllarında.

Sanatta belki örneğin “aşk” temalı öyküleri derleyen bir dergi editörü  sizden nefret ettiği için derlemede öykünüze yer vermeyebilir ve bundan dikkat çekmeden sıyrılabilir. Ne de olsa derlemeye girmeyen daha pek çok öykü, öykücü olacaktır.

Bilimsel çalışmalarda benzer bir şey yaşandığı takdirde o çalışmaları takip eden herkesin (öncelikle derleyeni sevenlerin!) bu tür durumlara karşı uyanık olması gerekir çünkü sonuçlar tarihe utanç belgeleri olarak yansır.

Ucundan, kıyısından tuttuğumuz kuş ve yunus çalışmalarından, yapanların utanması gereken çalışmalardan örnek vererek bitirmek belki daha yerinde olurdu ancak  tehlikeye yeniden ve farklı açıdan dikkat çekme fırsatını değerlendirmek daha önemli. Sözleri nedeniyle Şengör’ün ABD Bilim Akademisi’nden ihracını isteyenlerin başlattığı imza kampanyasıyla ilgili olarak Ali Nesin;

“Celal Şengör bizim değerimizdir. Ne yapsa, ne etse bizim değerimizdir. Fazıl Say da, Orhan Pamuk da öyledir. Bu kişilere öyle ağız dolusu laf edemezsiniz. Bin defa haklı olduğunuza inansanız da edemezsiniz. Oturun ve “o  kim, ben kim, o hayatta ne yaptı, ben ne yaptım” diye bir düşünün. Yani haddinizi bilin” dedi*.

Şengör’ü sözleri dolayısıyla kınamamak Nesin’in hakkı. İnsanların da Şengör’ü o insanı insanlığından utandıran sözlerine tepki vermeleri. Aralarında akademisyenlerin de olduğu bir grup insan tarafından tepkilerin bilimsel üretim alanına sıçratılması ise elbette karşısında durulması gereken bir şey. Ancak Nesin sözleriyle sırf çok başarılı, bol ödüllü bir bilimci olduğu için öyle herkesin Şengör’e (ve benzeri “değerlere”)  kolay kolay laf edemeyeceğini söylüyor.

Yani sevmediği insanların çalışmalarını kolaylıkla yok sayabilen, halkı yanlış bilgilendirmekten, yalandan kaçınmayanların bizden daha fazla ödülleri, makaleleri vs varsa, ünlüyseler, hele bir de Nobel, Oskar falan alırlarsa hapı yuttuk.  Nesin’in temsil ettiği, ülkemizde sık görülen bu anlayışa göre bu insanlar ne yapsa yanlarına kar kalabilir. Ne desek, ne kanıt sunsak onların büyüklüğü altında ezilebilir adalet! Güçlü olan her alanda, her şekilde kazanır!

Bu gibi durumlarda köşesinden, mikrofon arkasından topluma seslenme şansına sahip olanlar da toplumsal ahlakı örmek, onarmak ya da çökmesine yardımcı olmak adına ne büyük güce sahipler. Bu gücü en iyi, ancak kimsenin Nobel almasını veya konuların gündeme gelmesini beklemeden gözler, soru sorar, araştırır, yazarsak kullanabiliriz.

Yaşadığımız iç savaş günlerinde yaşanan ölümler, güçlendiğini kaygıyla izlediğimiz ırkçılık, insanların ödüllerine, başarılarına göre değerlendirilmesini daha da akıl almaz kılıyor. İnsanların eşit olduğu, gerçek bilimci ve sanatçıların çoğaldığı, güçlendiği yıllar olsun önümüzdekiler…

* http://www.radikal.com.tr/hayat/ali-nesin-haddiniz-degil-celal-sengor-bi...