Mevsimlik iş, ömür boyu sevgi

Çalışma koşulları nedeniyle yaşamını yitiren tarım işçilerine ve okula gidemeyen çocuklarına…

Göçmen kuşların peşinde koşarken yolumuz Çukurova Deltası’na da düşmüştü. O, bir kez havasını soluyanın artık aynı insan olamayacağı bereketli topraklara…

Deltadaki Akyatan Lagünü’nde birkaç yıl göç mevsimlerinde halkalama yapmıştık. Adana’dan deltaya doğru yol alırken yaban hayatından çok insan manzaralarına şaşırmıştım. Tarım işçileriyle ilk kez karşılaşmıyordum ama bu kadarını birarada görmemiştim. Yaşam savaşı sırasında memleketlerinden kopup gelmiş bu insanlar, göç sırasında bir sulak alanda beslenme molası vermiş kuşlara benziyordu. Sazdan, naylondan yapılmış evleri çıplak ayaklı, kavruk yüzlü çocukları kumulları, bataklık kırlangıçlarını geçerek ilerlerken, bölgenin edebiyatımızı bunca beslemiş oluşuna hiç şaşırmıyordu insan.

En yakın köyden yaklaşık 8 km uzaktaki kuş gözlem binasının içine kurduğumuz çadırlarda yaşarken komşularımız da yine tarım işçileriydi. En yakın komşumuz bir ailenin tarlalarına bakan Urfalı bir aileydi. Hatice, Zeynep, Vatha isimli kızları günün büyük bölümünü bizle geçirmeye başladılar. Kuş türlerini ve teleskop kullanmayı öğrendiler. İkisi daha önce bir süre okula gitmişti, biri henüz küçüktü. Yanımıza gelirken elleri hep dolu olan (salatalık, nane…) ve kulaklarımızı müzikal bir dil olduğunu düşündüğüm Arapçayla dolduran bu güzel çocuklar çalışmamızın rengiydi. Biz giderken özellikle küçük kızları çok üzülür, ağlardı. Ankara’ya dönmeden önce onlara uğradığımız bir keresinde bizi bahçeye kilitlemeye bile kalkmıştı.

Her gelişimizde birkaç ay kaldığımız için bir süre sonra bunca zamanı daha verimli geçirmemiz gerektiğini düşündüm ve okula gitmiş olanlara alfabeyi hatırlatma işine soyundum. Ancak bir gün Vatha “beyaz” kelimesini “byz” olarak yazınca endişelendim ve derslere son verdim. Bu konuda ne deneyimim ne de rehber kitabım vardı ne yazık ki. Her aşamasını izlemelerine (hatta yardım etmelerine) izin verdiğimiz çalışmalarımız, kitaplarımız, sohbetlerimiz ve sevgi… Onlara, yaşama, mesleğimize karşı duyduğumuz sevgi… Eğitimlerine devam edip edemeyeceklerini bilmediğimiz bu çocuklara verebileceğimiz ancak buydu.

Bir sene Urfalı aileyle aramızdaki alana içlerinde Şırnaklıların bulunduğu tarım işçileri geldi. Naylondan geçici evler kurdular. Bir akşam Urfalı dostlarımıza televizyon izlemeye gitmiştim. Meğer yeni gelen işçilerden bir kısmı da oradaymış. Odaya girdiğim anda hepsi ayağa kalktı. Büyük bir saygıyla konuşuyorlardı. Televizyon izlerken yorgunluktan uyukluyorlardı.

Sonra bir gün genç kızlardan oluşan bir grup bizi ziyarete geldi. Tesadüf eseri kısa süre önce Semaver Kumpanya’nın “Mem ile Zin” oyununu izlemiştim. Keyifli sohbetimiz sırasında bu ünlü aşk hikayesinin farklı bir yorumunu anlattılar. Okulu bırakmak zorunda kalınca bunalıma girenler olduğunu sonra öğrenip üzülmüştük.

O ailelerin çocuklarıyla da hemen kaynaştık. Çocuklarının sabah kalkınca hemen yanımıza geldiğini ve keyifli vakit geçirdiğini gören anneleri bize tadını unutamadığım lavaş ekmek gönderiyordu. Çocukların koşarak getirdiği ekmek hala sıcacık olur, elimizi yakardı. Mevsim başında “okulu sevmiyorum” diyenler gitmemize yakın “İnşallah babam bizi okula gönderir” demişti. Yolda yanlarından geçtiğimiz onca işçi çocuğundan bazılarının öyküsüne işte böyle tanık olmuştuk.

Çok az para karşılığında saatlerce yağmurda, yakıcı güneş altında eğile büküle çalışan, tarlalara can güvenliği hiçe sayılarak taşınan, çocuklarını okula gönderemeyen tarım işçilerine ne kadar borçluyuz. Bunca emekle toplanan sebze ve meyveleri çürütmemek, atmamak, bu çilekeş insanlara elimizden geliyorsa destek olmak emeğin acımasızca sömürüldüğü bu kapitalist düzene karşı içinden sevgi geçen bir başkaldırı sayılmaz mı?