Zırva, tevil ve büyük koalisyon

Türk kültür endüstrisi, hadi kısaca medya diyelim ve “her türden dinci veya dinsiz liberal satıcı” diye de ekleyelim, 35 yıllık büyük koalisyon deneyiminin devamından yana. Demek ki, Türkiye’nin varlığını sürdürmesi için sermaye sınıfı, 35 yıllık iktisat ve toplum siyasetlerinin yeni bir versiyonunu sahnelemek gerektiğini düşünüyor. Erdoğan ve adamlarının aşırılıkları, artık emekçi sınıfların suskunluğunu bile bozacak kadar çığırtkan bir adaletsizlikle sahneyi işgal etmeleri, düzeysizlikleri, gerekirse kitlesiyle birlikte (“evdeki ünlü yüzde 50”) tıraşlanabilir.

Gerçekten de, eğer ısrarlı olursa artık Erdoğan’ın o koltuğundan alaşağı edileceğini anladık. Bunu AKP’ye egemen çetenin anlamaması mümkün değildir. Yırtıcı hayvanlarda olan bir kan kokusu alma yetenekleri var. Korkuları da var. Türk oligarşisi, sermaye veya medyanın damarlarını elinde tutan ve merkez karargahını “Belge’li Birikim Gericiliği”nin, çığırtkanlığını ise şu sıralarda Cumhuriyet’in oluşturduğu yeni Türk kültür endüstrisi, bu adamın kalıcı ve dövüşken bir kitle tabanına sahip olmadığını düşünmekte haksız değildir. Sonuçta emekçi sınıfları tepe tepe kullanan bir sermaye birikim rejiminin, yarattığı devasa acıları din zerk ederek yatıştıramayacağı zamanlara girdik. Erdoğan’ın siyasi hayatı gerçekten tehlikededir ve koruyucusu da bulunmuyor: Yakınlarda Mübarek ve Mursi’nin kaderleri ortada. Bunların etkili bir koruyucu tabana sahip olmadığı çabuk anlaşıldı. Bir tabanları var, ama etkisiz. Evdeki yüzde 50 de böyle bir şey. Peki...

Peki ve o zaman son “büyük koalisyon” çağrılarının bir de şu yüzden illüzyon olduğunu rahatça söyleyebiliriz: Zaten 35 yıldır bir büyük koalisyonla yönetilmiyor mu Türkiye? Bu çıkmazın ucu yok. Bundan çok daha ılımlı krizlerde bile böyle illüzyonlar üretmek için hep belli bir tabana sahip ve sol sinyaller veren güçlü siyasi figürler gerektiğini Avrupa ve Almanya’dan biliyoruz. Nazi Almanyası’nda canlarını Norveç’e (Willy Brandt) ve Moskova üzerinden İsveç’e (Herbert Wehner) kaçarak kurtaran iki sol aktivist ile aynı canavarlığın ordusunda subay olarak hizmet veren (Helmut Schmidt) gibi farklı “sosyal demokrat” figürlerin öncülüğünde, ama özellikle bir eski sosyalist (Brandt) ile KPD’den atılan eski  komünistin (Wehner) pişirdiği 1966 tarihli “büyük koalisyon”u Türkiye’nin yinelemesi mümkün değil. Emperyalist bir refah ekonomisinin, 50 yıl sonra çöküş sürecinde çırpınan orta gelişmişlikteki bir kapitalist ülkeye (Türkiye) ilaç olacağına ancak AKP solcuları inanabilir. Onların da etkisi olmaz. Kriz derinleşerek sürecek ve her anlamda bir parçalanma sahne alacaktır. O nedenle zaten 7 Haziran’ın hiçbir önemi yoktu. Bir yeni ve makyajlı “Becerikli Bay Ufuk Uras” partisiyle hiçbir yere gidilemeyeceğini sol kolaycılığın tüm sahipleri yakında derisinde hissedecek. Yunanistan’daki çöküşün ve etrafımızdaki yangının yeniden ve farklı renklerde üretileceği topraklardayız.

Farklı renkler, dedik: Türkiye’de Kürt düşmanlığını kendine sermaye yapmış siyasal yönelimlerlerle kaba bir Türk ve cumhuriyet düşmanlığını (yani sosyalizmle bu mirası aşmayı reddedenlerin yolunu) kendine ikbal sağlayacak bir malzeme kabul edenlerin ortak payda oluşturması acaba mümkün mü?

Herhalde mümkün: Eğer Türkiye dağılma sürecine girmişse, Obama Türkler kadar Kürtlerden de asker çıkarmayı açıkça ilan ediyor, Barzanistan’daki yatırımlarda Alman damgası reklam konusu olabiliyorsa, bu dağılmanın yıkıcı yan etkilerini sınırlamak için böyle bir geçici ortaklık hayal değildir. Ancak, çöküşün acılarını dindirmek için girişilecek bir ortaklık olur bu ve hiçbir sonuç vermez. Sorun, artık yıkıcı yan etkileri denetlemenin imkansız olacağı koşulların, krizin yaşanmasındadır. Hiçbir şey çöküşü durduramaz. Peki, Bulgaristan ve Yunanistan’dan Ukrayna’ya, Kafkasya’dan Irak ve Suriye’ye, tüm çevresi alev alev yanan Türkiye, kendisi de çökerken, yangını kontrol altına almak için atılacak yüksek basınçlı bombalar eşiğinde bir siyaset mi izleyecek? Bu büyük koalisyon olabilir, ama etkili olacağına sadece çocuk akıllı oligarklar, Türk kültür endüstrisinin klavyeli katilleri ve kendisini solcu sanan/sayan/satan uşaklar inanır.

Neden mi?

Çünkü çöküş sürecindeki Türkiye, zaten bugünkü sonunu o büyük koalisyonlara borçlu. Siyasette her durumda ve her krizde “çivi çiviyi söker” mantığı geçerli olamaz. Kemal Derviş türünün kaleme aldığı 24 Ocak senaryolarının kaçınılmazlaştırdığı 12 Eylül faşist darbesinden bu yana hep büyük koalisyonlarla yönetiliyoruz. 8 Haziran’la gündeme getirilen yeni bir büyük koalisyonun sadece bu yangını daha da harlandıracağını ve büyük acılar üreteceğini söyleyebiliriz. Sahne şu anda AKPCHPMHPHDP adlı cephe partisinin işgalinde. Ortada bir siyaset değişikliği değil, forma değişikliği var. Oyuncular ve oyun aynı. Sadece kirli formalar değiştirilecek. İyi...

İyi de, bu oyun Avrupa’yı yeniden ele geçiren Almanya için olumlu sonuç verebilir, emperyal refah kurtarılabilir. Ama Türkiye’nin kurtarabileceği hiçbir şeyi yok. Kaldı ki, bizde marksist kökenli ama sosyalizm düşmanı ve bu düşmanlığı içselleştirmiş bir sosyal demokrasi ile toplumun derinlerine sızmış dindar-demokrat (Hıristiyan demokrat rengi andıran) seküler bir siyasallaşma bulmak mümkün değil. Yani burada bir kurtarıcı yanılsaması yaratmak zor. Yaratılsa da, bu yanılsamadan bir enerji çıkmaz. 50 yıl önce Almanya’da denenen şey, tam bir ham hayal. Çünkü Nazi Partisi üyesi ve Federal Almanya Başbakanı Kurt Georg Kiesinger’i Hitler’den kaçan bir sol demokrat (Willy Brandt) ile bir komünisti (Herbert Wehner) koalisyon masasına oturtan şartlar, bir soyutlama olarak da bakılsa, Türkiye’dekilerle hiç benzerlik taşımıyor. Türkiye yükselen bir yeni emperyalist güç değil, tüm ambarları su alan ve hızla sulara gömülen bir gemi. Bu kadar fare ve bu kadar koalisyon önerisine başka bir gerekçe bulamayız. Bu, olacak iş değil ve ne Türk ne de Kürt siyaset sınıfı bunu aşabilecek bir programa sahip. Böyle bir kapasiteleri yok.

Kendimize bakınca gördüğümüz resim: Çöken bir bünye karşısındaki doktorlar kadar çaresiziz. Sandıktaki yiğit müfrezeden söz ediyoruz. Kimse fikrimizi sormuyor, çünkü tüm beslenme rejimini ve solculuk adına ortaya atılan rezillikleri, tüm çevre koşullarıyla birlikte imha edeceğimizi biliyorlar. Şu anda bütün bu gerici âlemi ve AKPCHPMHPHDP partisini kanatları altına almayı başarmış Türk kültür endüstrisi ile cepheden karşı karşıyayız. Onlar bizi, biz onları biliyoruz. Devrimciliğin en büyük hasımları hep devrimci hareketin içinden çıkar. Nazi barbarlığı ile savaşırken Wilhelm Pieck yönetiminin KPD’den attığı “becerikli” Herbert Wehner’in kurnazlığını taşıdığına inananların ortalığa yayılması kimseyi yanıltmamalı. Sonuçta günümüz Türk-Kürt Wehner’leri sadece karikatür kaderi yaşayacaklardır ve adları bile anılmayacaktır. 21’inci yüzyılın Türkiye krizinde çözümü Wehner’lerin, Brandt’ların ve Schmidt’lerin anakronik sosyalizm düşmanlığında arayanlar, abesle iştigali siyaset ve solculuk sanan dar akıllılardır. Ama Türkiye devrimci sosyalist hareketine bazılarının Wehner’den daha zararlı olacağını şimdiden söyleyebiliriz. Bize yönelik tepkilerinin anlaşılması zor değil: Sınıf güdüleri güçlü.

Böyle krizlerde önceliği emekçi sınıfların iktidar mücadelesine verirseniz, emekçi sınıflar ve onun aydınları dışında hiçbir katmanı korumayacağınızı da ilan ederseniz, orta sınıf düşmanlığının katmerlisini yaşarsınız. Brandt-Wehner’lerin antikomünizmini kat kat aşan bir komünizm düşmanlığını yaşayacağımız anlaşılıyor. Dolayısıyla komünistlerin sermaye karşıtlığının yanı sıra anti-ABD, anti-AB, anti-NATO ve yoğun laisizm ısrarlarının da 7 Haziran’da destek bulamamasına seviniyorlar. Komşudaki güçlü bir kitle desteğine sahip komünist parti ve devrimci sendikacılığın bizdeki yokluğu, bunların şansıdır. Yıkarken fazla bir tepki görmeyeceklerini düşünüyorlar.

Fakat çöken bünyeyi gören ve tüm önerilerin dışında bir tedavi öneren doktorun gördüğü tepki, onun yanlış olduğunu değil, tespitlerinin doğru olduğunu gösterir. Hasta ölüm döşeğinde ve hâlâ alışılmış yöntemlerle (Kürt düşmanlığı ve Türkçülük, dindarlık, dincilik, hiçbir eleştirel ve sol aşkınlık taşımayan bir Türk ve “TC” düşmanlığı vs...) bir çıkış hayali kuruyorlar. Kendilerini aldatıyorlar, aldanmayanların başdüşmanı olmaları eşyanın tabiatı gereğidir.

Çöküşü biz uydurmuyoruz. Diğerleri de farkında: Die Welt, Avrupa’nın en büyük yayın grubunun zarar eden ama siyaset sınıfının ana gıdası sayılan bu gazete, seçimin ertesi günü yatırımcıların tası tarağı toplamaya başladığını, HSBC’nin de Türkiye’den palas pandıras çıkışa hazırlandığını haberleştirdi. Sadece bu bankanın Türkiye’ye neden girip neden çıktığı bile çöküşün boyutları hakkında bir fikir verebilir. Bu çöküşü 50 yıl önceki antikomünist Brandt-Wehner histerisiyle mi engelleyecekler?

Krizin patlamalı bir dönemine girdiğimizi okuyabiliyoruz Avrupa medyasının satır aralarında. Bu krizi doğuran büyük koalisyonun, yeni formalarla halka yutturulabileceğine inanmak ve buradan feraha çıkılabileceğini düşünmek demek, beceriksiz Ufuk Uras efendinin karikatürü olmak demektir.

Büyük koalisyon zaten gündemde ve dört parti tam bir koalisyon ihtirasıyla çalışıyor. AKP-CHP nihai çöküşü haber veren bir silah sesi olabilir ancak.

Fakat, kapatmadan önce, tekrar değinmemiz gereken bir dengesizlik, bir mesele var. George Kennan’ın İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki uzun telgrafında da değindiği şey: Dünya zenginliğinin yarısından fazlasına sahip ABD’nin dünya nüfusunun yüzde 6’sını falan oluşturabildiğini belirtiyordu bu hırslı emperyal uzman ve bu dengesizliğe karşı önlemler öneriyordu. Tersinden bugünün bir dengesizliğine bakalım: Türkiye’de “saf Kürt”, yani ailesine Türk girmemiş Kürt nüfus yüzde 4-5’i bulur mu? Yakında anlaşılır. En büyük Kürt isyanının lideri bile “Annem Türk’tür” dediğine göre, belki bu kadar bile değildir. Türkiye elbette Kürtlerindir de ve inkar politikalarının/politikacılarının yatacak bir yeri bulunmuyor. Ama 77 milyonluk Türkiye’de sol başlık altındaki tüm siyaseti ancak bu kimlikle ilişkilendirerek sol sayabiliyorsunuz. Bu korkunç bir siyasal dengesizlik demektir. Çöküş yıllarımızda, mevcut ve gelecek büyük koalisyonlara karşı bu alanda da Türkiyeli bir sol-sosyalist çıkış örgütlemek gerekecektir.

Bu işler sandıkta ve sandıkla olmaz. Sokakta, mahallede, işyerlerinde olur.

Ancak öncesi var: Türk kültür endüstrisinin hamur tahtasına isyan etmeden, bu tahtayı paramparça etmeden, yani bu karargaha ve askerlerine bir entelektüel şiddet cephesi açmadan hiçbir şey olmaz. Çünkü devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz. İşte sandıktaki müfreze bu cephenin en ve tek yetkin temsilcisiydi. Yenik çıktığımızı kim söyleyebilir?