Yeni emperyalist paradigma ve Türkiye

Türk egemenleri, şu tüccar imamlar topluluğu, öyküdeki, öküze özenen kurbağa misali bir kaderin eşiğindedir. Ama onlarla birlikte ülke de patlayacak. Bütün bir Soğuk Savaş boyunca ABD önderliğindeki dünya emperyalist sistemine hem kan hem de reel sosyalizme karşı bir ileri karakol hizmeti veren bu ülke, sosyalizmin ortadan kalkmasıyla birlikte mantıki sonuna yakın duruyor. Emperyalizmin, Türkiye’nin bütünlüğü ve varlığı gibi bir derdinin bulunmadığı, Ukrayna’dan bile anlaşılabilir.

Emperyalizm, daha doğrusu emperyalist demokrasi böyle bir şey. Sistemdeki unsurların birbirine paralel ve kısmen de olsa dengeli bir gelişme göstermesine izin vermiyor. Eşitsiz gelişme, dolayısıyla sistemi oluşturan unsurların birbirlerinin üzerine basarak büyümeleri genel bir kural oluyor.

Nitekim, Marburg Okulu da denilen ve unutulmaz Wolfgang Abendroth’un yetiştirdiği 60’ların genç sol siyasetbilimciler kuşağından Prof. Dr. Frank Deppe, yeni kitabında emperyalizmin yeni biçimlerinin aslında eski emperyalizmden öyle köklü ve/veya nitel bir fark içermediğini, ancak bazı alanlarda ciddi yenilenmeler yaşadığını anlatıyor. Paradigma değişimini ve Berlin’i mercek altına alıyor. Bizdeki “âkillerin”, hem de kendisini solda sanan/satan (hani şu “AKP’nin aldatabildiği” cinsten) profesörlerin AB’yi emperyalist görmediği bir zamanda, emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Deppe’nin emperyalist yerleşikliği çözümlerken dile getirdiği vurgular elbette anlamlıdır. Biraz hızlı ve ferah bir çeviriyle, şöyle:

“21’inci yüzyıl başındaki emperyalizm -gerek küresel yapısında gerek ulusal devlet varyantında-  Avrupa devletleri arasında Birinci Dünya Savaşı’na yol açmış emperyalist rekabetin belirlediği kümelenmeden kesin bir biçimde farklıdır. Günümüz emperyalizmi, Alman İmparatorluğunun 1933 sonrası faşist rövanş siyasetini doğrudan savaş hazırlığına, yani onu yeniden bir 'dünya gücü olmaya' yönlendiren dünya düzeninden de farklıdır. 21’inci yüzyıl başındaki emperyalizm, sadece ABD İmparatorluğunun -zayıflamış da olsa, askeri alanda hâlâ kırılmamış- belirleyici konumuna dayanmakla kalmıyor, ayrıca ekonomilerin çok daha yüksek düzeyde ulus aşırı bütünleşme oranı ve ulus aşırı tekellerin küresel etkinlikleri üzerinde de yükseliyor.  Böylelikle, egemen sınıfların ulus ötesileşmesiyle uluslararası organizasyonların artan önemi, bir paralellik arz ediyor: BM’nin önemi gerilemekte, NATO ve AB’nin, dünya ekonomisinde G7’nin, merkez bankalarının, IMF, Dünya Ticaret Örgütü ve Dünya Bankası’nın önemi artmaktadır. Bunun sonucunda, katılımcı ulusal devletlerin siyaseti için angajmanlar ve eşgüdüm içinde faaliyet zorunlulukları sahneye çıkıyor.” (Frank Deppe, Imperialer Realismus?, VSA, Hamburg 2014, s. 29-30.)

Deppe’nin ileride yeniden dönmeyi umduğumuz bu küçük kitabında, gerçekten de önemli açılımlar gizli. Almanya, emperyalist sistemdeki krizden en kârlı çıkan ülke ve ekonomidir. Tüm Avrupa’yı neredeyse sanayisizleştiren bu korkunç sanayi ve ihracat atılımının, ki bu yılı da dünyada en fazla dış ticaret fazlası veren ekonomi olarak kapatması kimseyi şaşırtmayacak, siyasette bazı sonuçları olacaktır. Zaten de oluyor.

Ama askeri arenada ABD ile aradaki fark, açılarak varlığını koruyor. Sipri rakamları, 2013 yılında, dünyanın en büyük askeri harcamalarını yapan ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 15 ülke tablosunda, ilk sırayı ABD’nin 640 milyar dolarla  aldığını gösterdi. Almanya 48.8 milyar dolarla 7’nci sıradadır. Bu iki güç askeri açıdan elbette karşılaştırılamaz. ABD inanılmaz ölçülerde silahlanmış bir korkunç kasaptır artık. Trilyonlarca karşılıksız doların/borcun bu rakipsiz askeri mekanizma sayesinde tahsil edilebildiğini biliyoruz. Sözü geçen ve Türkiye’nin 19.1 milyar dolarla 14’üncü sırada olduğu tabloda, Çin 188 milyar ile ikinci sırada, Rusya da 88 milyar dolarla üçüncü sıradadır. Rakamların acımasızlığı ortada. Emperyalist dünya sistemindeki askeri ağırlıklar böyle.

Ama bu durum, yine de ABD’nin Avrupa ve Ortadoğu’dan, bu bölgenin hegemon devleti Almanya lehine çekilmek zorunda kaldığını gizlemiyor. Washington, Avrupa’yı yakmaya hazır gibidir, ama böyle bir durumda Berlin-Paris hattının nasıl bir tepki vereceğini de Ukrayna meselesinde görebiliyoruz. Herkes birbirinin ayağına basma telaşında.

Emperyalist sistemin bir saat gibi işlemediği, bundan sonra da işleyemeyeceği o kadar açık ki. Avrupa’da kartlar yeniden dağıtılıyor ve bu dağıtımdan ABD’nin kârlı çıkacağını gösteren bir sinyal henüz alabilmiş değiliz. Berlin’in eli, Washington merkezli cahil maceracılıklara daha fazla katılamayacak kadar bağlıdır. Örneğin, Rusya ve Çin’deki Alman sermayesi, Amerikan militarizmini taşıyamayacak kadar angajedir. Sistem tıkanalı çok oldu.

Çatırdama epeydir ortada. Kriz derinleşiyor. AB’nin çeperi zangır zangır titriyor. Bunu Batı’nın uzmanları da görmek istemiyor. Bizde hiç görülmedi zaten: Şu sıralarda T24 denilen ve Cumhuriyet’i de ele geçirdiği anlaşılan gerici çöplüğün “sendika yazarı”, bundan yıllar önce bizim soL’da ve İlhan Selçuk’un Cumhuriyet’inde yaptığımız Portekiz ile Yunanistan’ın felakete yolculuğu haberlerini şiddetle reddetmiş ve bu ülkelerin AB’de çok daha iyi koşullarda yaşadığını ileri sürmüştü. Biz, bu ülkelerin bir felakete gittiğini haberleştiriyorduk, hazret ise, mealen, AB'nin büyük bir demokratik olanak olduğunu ve insanların daha iyi koşullarda yaşadığını anlatıyordu. Aradan birkaç yıl geçti ve AB’nin ne demek olduğunu Güney Avrupa ve diğer AB çeperindeki halklar, mesela Atina, Roma, Lizbon, Madrid çok iyi anladı. Bu kriz tablosu, eski solcu ve itirafçı, ama hâlâ sol iddialar taşıyan “sendika uzmanlarını” rahatsız eder mi, bilemeyiz, böyle sinirleri/algı yetenekleri olmadığını iyi biliyoruz, fakat AB ve Avro krizi halkları perişan etmiş durumdadır. AKP’nin aldatabileceği kadar geri “demokrat sürü” mensupları ne derse desin, bıçak AB’de de artık kemiğe dayanmış bulunuyor. Berlin’in, bu çatırdamadan kârlı çıkan bir emperyal unsur olarak yeni hesaplar yapması, savaş ve içsavaş ihtimallerini yükseltmekten başka ne işe yarayabilir?

Böyle bir ortamda Türkiye’yi neyin beklediği, yanıtı zor bir sorudur. Soğuk Savaş’ta sosyalizme karşı iki cephe ülkesi olarak kullanılan Almanya ile Türkiye, “iki tarihsel dost”, şimdi eşitsiz gelişme yasasının acımasızlığı altında yeni yollara giriyorlar. Almanya sosyalizme karşı cepheden saldırı harekâtını başarıyla sonuçlandırmış, 1989’un 25’inci yılında Avrupa’da ipleri tamamen eline almıştır. Birinci Dünya Savaşı’nda Türk egemenleriyle el ele insanlığın felaketini (bu arada o kanlı Ermeni tehcirini) sahneleyen Alman İmparatorluğunun günümüzdeki mirasçıları, eski parya Türkiye’nin varlığını sürdürmesinde ısrarlı değildir. Berlin semirmiş ve etki alanı büyümüştür, bu nedenle de Türkiye’ye zayıflama, çökme ve eski etki alanlarını tümüyle yitirme kaderi düşmektedir. Bitmesi kimseyi üzmeyecektir. Paradigmalar değişirse, eski ezberler rafa kalkar.

Böyle bir tabloda, kim ne derse desin veya kim ne demezse demesin: Birleşik Haziran Hareketi (BHH), bu ülkenin tek şansıdır. Üç tarz-ı siyasetin çarpışmasından, Türkçülerin, İslamcıların ve Kürtçülerin cepheleşmesinden geriye Türkiye diye bir ülke kalmayacak. Geride kalacakları, şimdiden Yugoslavya’dan geriye kalan toprak/üs/hanedan parçalarıyla karşılaştırabiliriz.

Nihai içsavaşımızın dinsel ve etnik çizgilerle açılmasına tam boy bir sınıf işbirlikçiliği ile engel olamayız. Yok öyle bir suni millilik... Ateşe benzin atmaktır bu. Tersine, patlayacak bir toplumda kaçınılmaz cepheleşmeleri sınıflar üzerinde yeniden kurgulamak zorundayız. Bu da etiketleyerek değil, sermayenin her türlü etnik veya dinsel “sağ felaket programının” karşısına bir “sol-sosyalist kurtuluş programı” çıkararak olur. İçsavaşı önlemek mümkün değil anlaşılan, ama o cehennemden bir büyük/bütünleştirici sosyalist iktidar, yeni bir cumhuriyet  çıkarmak mümkün. Bunu, kırmızı cephe çizgilerini sınıfsal vurgulara taşıyabilirsek yapabiliriz. Yoksa, Türkiye’nin adresi çoktan iptal çekmecelerinde...

Yeni paradigmalarda, eski Türkiye yer almıyor.