Temize çekmek

Yorulmak bilmeden çalışıyor, ama nedense pek gündeme getirilmiyor; belki Türkiye’nin karşıdevrim sürecindeki kültür atmosferi nedeniyledir. Oysa Ruhi Su sonrasındaki en ciddi birkaç müzik adamımızdan biri, Hasan Yükselir. Az rastlanır sesiyle, son derece donanımlı bir yorumcu olarak da özgün bir dünya kurduğu ortada. Albümleri milyonlar satmıyor, konserlerinde stadyumlar dolmuyor. Buna rağmen çağdaş müziğimizdeki en önemli damgalardan biri uzun zamandır. Dikkatli bakıldığında, kendi köşesinde ve bir karınca kararlılığıyla inanılmaz temizlikler yaptığı görülüyor.

Türkiye’nin sesini uzun bir süredir tek başına “temize çeken” bu adam, Hasan Yükselir, bir başka alanda çağrışımlara neden olmuyor mu?

Oluyor.

Bu gerçekten çalışkan müzik adamımızın güncel siyasetteki tavrı bir yana, kendisiyle farklarımız ne olursa olsun, çabalarını bir başka düzlemde yeniden değerlendirmeye çalıştığımızda yeni sorularla karşı karşıya gelebiliyoruz.

Ruhi Su’nun açtığı yoldaki Hasan Yükselir’in müzikte galiba yıllardır yapmaya çalıştığını, aslında her devrimcinin yapmak zorunda olduğunu, bizim de siyaset başta olmak üzere bazı sektörlerde yeniden üretmemiz gerekiyor.

Lafı dolandırmadan söyleyelim, daha açık olsun: Bizim Türkiye siyasetini temize çekmemiz gerekiyor. Özellikle de sol siyasetini. Geçmişten bugüne. 

Bu iddia ve hırs, nasıl istenirse öyle adlandırılabilir, yeni değil aslında. Çünkü epeydir bu işin içindeyiz. Hatta istenirse tarih bile verebiliriz; sonuçta bu, bir süreç. Hangi ileri noktada olduğumuz konusunda bir kesinlik yok. Fakat sadece Türkiye’nin ve egemen sermaye rejiminin, yani Türkiye kapitalizmindeki sermaye militanlarının değil, solculuk adına sahneye atılanların da bir temize çekme operasyonundan geçmesi gerekeceği açık. Soru ve sorun da burada zaten.

Böyle görevler “Ne Yapmalıcılar” için sürpriz değildir. Hatta devrimci bir solculuğun tanımına içkin sayılır bu tutum. Komünist Manifesto’dan beri, devrimciler hep kendilerine kalan solu (“düzen solunu”) temize çekerek yola çıkarlar. Araya mesafe koyarlar. Arıtırlar. Sonra o mesafeyi yeniden ve bu kez temizlik lehine kapatmaya çalışırlar.

Bunu yapamazlarsa da biterler.

Biteriz.

Bu sahneyi, bize kalan her şeyi, iktidar yürüyüşümüzü, herkesi olduğu gibi toplayarak değil, arıtarak, ortamı ve insan malzememizi temizleyerek, kendimizi zorla kabul ettirerek yeniden kurgulamamız gerekiyor. Yeni atılım, bu olmalı.

Sonuç olarak, normal koşullarda Türkiye’nin müzik sahnesini her çalışmasıyla hallaç pamuğu gibi atması gereken Yükselir’in yalnız bırakılmış izlenimi veren çabası, bize hiç yabancı değildir. Bu kaderi biliyoruz. Bu kaderi tanıyoruz.

Soylu ve derin olan, kendini ve çevresini mutlaka arıtandır.

Eski veya yanlış soru ise şudur: Bu arıtma işlemi bittikten sonra mı iktidar yürüyüşü başlayacak? Önce steril bir ortam ve o ortamın ilişkiler ağını temelinden değiştirecek insanlar veya devrimciler mi yaratmamız gerekiyor? Kavgamızı anlayamayanlar, idare-i maslahatçılar ve en çok da “yorgun köpürgenler”, bizim gibilere “sterilci” suçlamasıyla yaklaşır.

Oysa iktidar yürüyüşü içinde ve o sürecin parçası olarak böyle mücadeleler hep gündemdedir. Aralıksız sürer.

Kavgamız haklı ve kalıcı olduğu için, kavgacılarımızdan pek söz edilmez.

Hatırlatalım. 1917 yılı başında bırakın dünyayı, çok ilgili bir kesim dışında Rusya’nın bile Lenin’den haberi yoktu. Kendisi zaten kendi gücünün farkında değildi. Burada daha önce dikkat çektik: 1917 yılının ilk günlerinde Zürih Halkevi’nde verdiği Almanca bir konferanstaki, kendi kuşağının yeni devrimci çarpışmaları göremeyecek kadar yaşlı olduğu yolundaki serzenişine... Birkaç ay sonra dünya tarihini kökünden değiştirecek bir adamdı orada konuşan.

Bir adam: Rus tarihini, sosyalizm tarihini, kapitalizmin kaderini, insanlarını, militanlarını ve muhaliflerini bir arada temize çeken bir adam... Sonuç almadığını kim söyleyebilir? Çok mu kalabalıktı?

Oradayız: Hazır bulduğumuz her şeyi temize çekmek zorundayız. Devrime yürürken yapmalıyız bunu. Yapamazsak, zaten yürüyemeyiz.

Yorulup dökülenlerle, kendi hedeflerinden kuşku duymayı solculuk sananlarla, sosyalist oldukları için sürekli özür dileyenlerle, sosyalizmin hep bir dağın arkasında olduğunu düşünenlerle, eskiye rağbet üzerinden bitpazarı nuru arayanlarla falan anlaşamıyoruz; bu, çok doğal. Devrimci, sosyalist bir iktidar için yürürken, kendisine kalan tarihi güncelliğin ışığında yeniden ve yeniden temize çekmek zorunda kalan insandır.

Hep birlikte sosyalist bir iktidara mahkûm edildiğimiz acı gerçeği ortada. Cumhuriyeti yıkan ama bir türlü kurumlaşamayan yeni “Tayyibistan Şeyhliği”, Hitler-Mussolini rejiminin bir güncel karikatürü olarak, her şeyi, düzen içi muhalefet kırıntılarını bile “hizaya getirmeyi” başarıyor. Karikatür gibi mi? Öyle: Hegel’den el alan Marx’ın, dünya çapında önemi haiz bazı kişi ve olayların tarihte iki kez ortaya çıkabileceği, ama birincisinin trajedi ikincisinin maskaralık olarak biteceği yolundaki aforizmasını hatırlayalım.

Kanlı bir karikatür karşısındayız, kanlı bir maskaralık yaşatılıyor hepimize. Sosyalist bir hükümet kurulamazsa, hepimizi tarihten kazıyacaklar.

Dedik ya, oradayız ve bu, müzikteki veya sanatın diğer alanlarındaki “kahramanca yalnızlıklara” hiç benzemiyor. Trajedimiz, şu anda sosyalist diyebileceklerimizin büyük bölümünün, buna ihtimal vermiyor olmasında. Jürgen Habermas denilen bir “kâzip şöhretten”, daha doğrusu kapitalizme âşık gerici bir dangalaktan alıntılarla, solcu gazetesine direnç yazıları yazdığını sanan bir kafa bu.

Neyse işte...

Temize çekmezsek, bizi temize çekerler, ki çekiyorlar. Ama bizim elimiz ve aklımız da armut toplamıyor.