Sosyalizm: Bir temel hak

En korkunç özelliğimiz ne mi? 

Anlatacağız. 

Ama önce iki gazete haberine dikkat çekelim. Birincisi bir söyleşi. İspanya Komünist Partisi (PCE) Genel Sekreteri Enrique Santiago Romero, “Junge Welt” gazetesinin hafta sonu sayısındaki geniş bir söyleşide, soruları yanıtladı. “Bu AB’yi değiştirmek imkânsız gibi bir şey” başlıklı söyleşide şu ifadeler dikkat çekti: 

“Bizim bu Avrupa Birliği ile bir yere ilerlememiz mümkün değil. AB, Alman ticaret fazlasına hizmet ediyor. Federal Almanya’nın zenginliği bu sonsuz fazla üzerinde yükseliyor. Sözü geçen fazla, Güney Avrupa’yı sanayisizleştiren bir para politikasına borçlu her şeyini. Biz yıllarca AB’nin içinden değiştirilebileceği bakışını savunduk. Bugün, bunun imkânsız gibi bir şey olduğundan eminiz. En güzel örnek, Yunanistan. Bu ülke AB’nin iradesine karşı çıkan ve geniş bir halk hareketinin taşıdığı bir siyaseti uygulamak istediğinde, önce yerle bir edildi, sonra boğuldu.”

İyi... AB’nin içinden değiştirilemezliği, en reformist ve sosyalizmden vazgeçmiş “komünist öbeklerde” bile artık kabul görüyor demek ki; ama Avrupa komünist hareketinin içinden değiştirilebilirliği tezi, gücünü hâlâ koruyor. Gerçekten de Avrupa komünist partilerinde doğru çizgideki gruplaşmaların kendilerini kolayca parti dışına itmeleri ve hatta “Küstüm küstüm” oynamaları, ciddiyetle bağdaşmıyor. Bu, bir kenarda dursun. Avrupa’daki komünist damar, kendisini yeniden ve içeriden bir hareketlenmeyle öne çıkarabilir. Elbette tek yol değil. 

Ama ondan daha önemlisi, tüm Balkanların yaşadığı felaket. 

Özellikle sosyalizmden arta kalan komşumuzda yaşananlar. Berlin’in haftalık gıdası, bu arada Türk “mutasavver” turuncu devriminin teorisyeni veya başka bir şeyi olarak ülkeye dönüş hesapları yapan “büyük gazeteci” Can Dündar’ın işvereni, liberal veya sosyal demokrat etiketiyle piyasadaki yeri tartışılmaz yaklaşık yarım milyon tirajlı Die Zeit, son sayısında Bulgaristan’a bir tam sayfa ayırdı. Bir sefalete tam sayfa ayırdı aslında. Sosyalizm sonrasında yaşanan ekonomik felaketin ayrıntılarını, maalesef güçlü bir sol yayıncılığımız olmadığı için, böyle yabancı ve sağcı yayın organlarından öğreniyoruz. Geniş haber, bir sendika liderinin, ülkede cenaze kaldırmanın en az 400 avroya mal olduğu, bu paraya da kimsenin sahip olmadığı yolundaki inlemesiyle bitiyor. Ölecek halleri bile kalmamış. Doğu Avrupa yerle bir, ama Balkanlar ondan da beter. Bulgaristan halkı ise anlaşılan içindeki Türk nüfusla birlikte yakında ot yiyecek ve herhangi bir devrimci itiraz çıkarabilmiş değil. Biraz nitelikli bir işgücüne sahip olan, soluğu dışarıda alıyor. 

Neden, diye sormuyoruz.  

Bunları birleştirerek başka bir noktaya geçiş yapmak istiyoruz. En korkunç özelliğimizin, insanın en korkunç özelliğinin ne olduğu sorusuna bir yanıt vererek: İnsan, bataklıkta, kirde, çöp dağında, işkence odalarında, toplama kamplarında, lağımlarda bile yaşabiliyor. İtirazını ve insanlığını soyunarak güdüleri eşliğinde bir yaşam sürdürebiliyor. Hatta boyun eğmeyen kardeşlerine düşman bir yaşam -eğer ona yaşam denebilirse- sürmeyi normal bulabiliyor. 

Bundan daha korkunç bir “haslet” olabilir mi?

Baktığınız yere ve açıya bağlı tabii. 

İnsan, bu: Çoğunlukla türüne en aykırı yaşam koşullarına ve haksızlıklara, baskılara uyum sağlayabiliyor. Boyun eğerek yaşamayı çabuk kabulleniyor. İtiraz, direnç, isyan... Bunlar sözlüklerde yer alan ve edebiyatta zaman zaman kullanılan kavramlar. Kapitalizmin sıradan insanı, komünistlerin çağrısına kulak kesilmemiş, devrimi bir hak saymayan insanlar yani, her türlü barbarlığa adeta şerbetli. Yaşayıp gidiyorlar. Ta ki...

Ta ki, bir azınlık, içinde yaşanılan koşulların (çöp dağının, işkencehanenin, bataklığın, lağımın vs.) insanlık dışı bir şey olduğunu ilan edinceye ve bu rezaleti bir krizle bağlantılandırarak kitleleri isyana yönlendirinceye dek. Bu dışarıdan müdahale ve/veya jakoben çağrı bir tehdit halini almadıkça, kitleler, sermayenin çizdiği yaşam sınırları içinde sürünmelerini sürdürüyorlar. 

Parti, modern zamanlarda ve tekelci çağda, insanı silen bu kapitalist düzene ve düzeneğe sokulmuş yaratıcı bir çomak veya kurucu bir kamadır. Çarklar, bu kama olmazsa, hiç şakası yok, daha asırlarca dönmeyi sürdürür. “İnsan tamamen silininceye kadar” diyelim. Son boyun eğmeyen silininceye kadar ya da. “Kapitalizm çelişkileri içinde nasılsa kendi kendine biter, çöker” diye bir şey hiç yok. Medya ve kültür endüstrisinin böyle bir korkunç dinsel güce sahip olduğu anlaşılıyor. Fethi Naci’nin Fazıl Hüsnü’den ödünç aldığı söylenen güzel kitap başlığı (“İnsan Tükenmez”) kimseyi aldatmasın. İnsanın tükendiğini biliyoruz artık. 

Çarkı durduran iradi müdahalenin, bir aşkınlığı, güncel ve mümkün olan bir temel hakkı, yani sosyalizmi temsil ettiği açık. 

Sosyalizm, bir alternatif falan değil, insanın temel hakkıdır. Su gibi, hava gibi, bedava olması gereken sağlık, barınma, eğitim, ulaşım, sanat hizmetleri gibi. Sosyalizmin bir temel insan hakkı olduğunu söyleyince, kimseyi bu kapitalist çöp dağının içinde yaşamaya bırakma hakkımız bulunmadığını da ilan etmiş oluyoruz. Bu çöp dağını imha etmek, sosyalist devrimdir ve marksizm gibi “sınıflı toplumların tarih öncesi sayılacağını” savunan bir düşünsel akıma göre de, tarihe adım atmak demektir. Bu adımı atmadıkça tarih öncesinde kalıyoruz. 

“Sosyalizm, hemen, şimdi!” diyenler, insan gibi “yaratıklarının en şereflisinin” bile bir çöp dağı yaratığına dönüşebileceğini bilirler ve azınlıkta da olsalar, galiba da azınlıkta oldukları için, alışılmış siyaset zincirlerini kırmakla işe başlarlar. Öyle de yapıyorlar.

Sosyalizm en temel insan hakkıdır. Hatta kapsamı itibariyle “tek temel insan hakkıdır” da diyebiliriz. 

Diğerleri teferruattır. 

Sağımıza solumuza baktıkça o teferruatı görüyoruz.