‘Şimdi onlar düşünsün!’

Bugünlerde yeni bir kitap, muhtemelen “geçmişe mazi, yenmişe kuzu” yasası gereği fazla dikkat çekmeyecek ama, raflardaki yerini aldı. Hakkında yazılar falan da yazılıyor. Yine de Almanya’da bunun büyük bir anlamı olduğunu kimse iddia edemez. Kendisi de gazeteci olan Ronen Steinke’nin kaleme aldığı kitap, Auschwitz ve bir savcı üzerine: “Fritz Bauer: oder Auschwitz vor Gericht” (Fritz Bauer: Ya da Mahkeme Önündeki Auschwitz).

Anlaşılacağı ve yazarının da hatırlattığı gibi bir hukuk adamından çok bir ülkenin öyküsü.

1963 sonunda Federal Alman kamuoyunun gündemine bir bıçak gibi giren Auschwitz sorumlularıyla ilgili davanın kahramanı, Frankfurt Başsavcısı Fritz Bauer. Bir Yahudi ailenin çocuğu ve 1903 doğumlu. Çok parlak bir genç hukukçu olarak başlayan kariyeri, Nazi Almanyası sırasında kaçtığı İskandinav ülkelerinde ve aralarında Willy Brandt’ın da bulunduğu antifaşistlerle ortak mücadele içinde devam ediyor. Faşizm yıkılınca ülkesine dönüyor. 1968 yükselişinin habercisi sayanlar da var.

Hannah Arendt’in “kötünün bayağılığı” kavramına modellik eden masa başı kasaplarından Adolf Eichmann’ın İsrail tarafından kaçırılıp yargılanmasını sağlayan adamdır Bauer. Nazilerin “Federal Almanya demokrasisinde” birbirlerini nasıl tuttuğunu iyi bildiği için, kaçak Eichmann’ın adresiyle ilgili özel bilgiyi doğrudan İsrail istihbaratına ilettiği, böylece Eichmann’ın yakalanmasını sağladığı biliniyor. Sonuçta tüm 60’ları altüst edebilen bir öykünün kahramanıydı, ne yazık ki 1968’de evinde ölü bulundu. Daha sonra “ölümünde dış müdahale olduğuna dair herhangi bir kanıt bulunamadığı” belirtilerek... Neyse...

Bunlar çok da önemli değil belki bir başka “vesile-i hasene”yle söz konusu kitaba ve korkunç suçlar işlemiş olan ülkesi Almanya’dan “hiç şikayetçi olmamasıyla” da ünlü bu bir yanıyla ketum hukukçuya döneriz. Mesele ve gelmek, sonra da Türkiyemize bağlamak istediğimiz nokta şu: Bu dava nedeniyle inanılmaz bir toplumsal nefreti derisinde hisseden Başsavcı Fritz Bauer, bir çalışma arkadaşına, “Çalışma odamı terk ettiğim anda, kendimi yurtdışında ve düşman bir ülkede buluyorum” diye dert yanıyor. Bir demokrasi ortamında söylüyor bunu, dikkat!

Öyledir: 12 Eylül sonrasını yaşayanların iyi bildiği bir ruh halidir bu. Türk ve Kürt devrimcilerinin en iyi bildiği duygu da diyebiliriz. Kürt halkı devrimci çocuklarıyla bir araya geldikten sonra bu ortam değişti elbette. Zorla değiştirdiler. Ama bir bütün olarak Türkiye devrimcileri, kısa bir süre öncesine kadar, Haziran Mucizesi patlayıncaya kadar yani, bu duyguyu iliklerinde hissediyordu.

Şimdi hava değişmiş bulunuyor. Ülkenin iki parça halinde, iki yabancı ve düşman ülke halinde, daha açığı “AKP’liler ve AKP karşıtları” olarak bölündüğünü görüyoruz. Ama solcuların, aydınlanmacıların, kısacası “devrimcilerin”, artık 33 uzun yıla damga vuran “düşman yabancı ülke” sendromunu geride bıraktığını da görüyoruz. Hava kırıldı. Hem oligarşi hem de onun dinci-liberal uşakları açısından inanılmaz derecede kötü bir biçimde kırıldı.

En güzelini genç devrimci kuşak ve onun öncü temsilcilerinden biri özetlemiş zaten. Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun yayın organı “Yeni Yazılar”, eylül sayısının başlığını “Şimdi onlar düşünsün!” diye saptamıştı. Çok doğru...

Artık bambaşka bir dönemdeyiz. Egemenlerin, hadi “Tayyip Erdoğan’ın ünlü yüzde 50’si” diyelim, evlerinden çıktıkları anda kendilerini “yabancı ve düşman bir ülkede bulmaya başladıkları” anlaşılıyor. Tedirginler. Çember daralıyor.

Buradan geçmiştekilere hiç benzemeyen bir siyaset ve ülke çıkar. Yeni Yazılar ilan etmiş işte: “Şimdi onlar düşünsün!”