'Postmodern Hitlerizm' işliyor

Bizden sonra davrandılar, ama yine de üzerinde anlaştığımızı saklamayalım. Bu gazetede 15 Temmuz ve sonrasına “Postmodern Hitlerizm” başlığı altında bakabileceğimizi, çünkü yaşananların 1933 ve Hitler Almanyası’ndaki olayları/oyunları fazlasıyla andırdığını söylemiştik. 18 Temmuz’du, şu başarısız darbenin daha namluları ve cesetleri bile soğumamıştı:

Geçmişte de benzerleri yok muydu?

Eğer 15 Temmuz çatışmalarını ille Alman gericilik tarihinden bazı operasyonlarla ilişkilendirmek gerekiyorsa, onu 1933 şubatında ünlü parlamento binasının kundaklanması ('Reichstagsbrand') falan değil, büyük ölçüde 1934 yazında SA’ların Ernst Röhm başta olmak üzere yönetici kadrolarının temizlenmesiyle sonuçlanan 'Uzun Bıçaklar Gecesi', biraz da, savaşın bitmeye yüz tutup Hitler rejiminin çökme zamanı yaklaştığında, 20 Temmuz 1944, eski Nazilerin Claus Schenk Graf von Stauffenberg eliyle gerçekleştirdiği bombalı suikast girişimiyle ilişkilendirebiliriz. Böyle paralellikler kurabiliriz. Özellikle Stauffenberg bombasıyla 'esas düşman' SSCB’ye karşı, diğer emperyalist merkezlere rejim içinden 'Biz varız! Bizimle konuşun! sinyali gönderilmişti: Hitler’siz bir milliyetçi Almanya öneriyorlardı. Şimdi tarihe karışmış bir faktör, Kızıl Ordu, bu hesabı vurdu.

Hitler, SA’ların tasfiyesiyle kendi rejimini yerleştirdi. 15 Temmuz bu operasyonla açıklanamaz.

Hitler’e başarısız bombalı suikast ve sonrasındaki intikam operasyonları ise Hitler rejiminin sonunu engelleyemedi. 15 Temmuz süreci işte burayı daha çok andırıyor. (...)

Aradan günler hatta haftalar geçti, benzer iddiaları Alman medyasında da görmeye başladık. Bizden haberdar oldukları için değil. Batı medyatörleri bizim cahilimizdir, biz onları adım adım izleriz, biliriz, ama onlar bizde ne olup bitiyor bilemezler. (Malum: Bir ülkeyi yakından izlemek istiyorsanız onun derin ve yaygın solunu, gerçek kavgacılarını yani, çok iyi bilmek zorundasınız, yoksa gelişmelere bir anlam veremez, ana akım medyanın cehaleti içinde sürüklenir gidersiniz.) Meraklısı bu haftaki Der Spiegel’de Türkiye uzmanı bir “demokrat” gazetecinin derlediği bilgileri okusun. İnsan utanır. Teknik ve sıradan temel doğrular bile bir araya getirilememiş. Sol Parti’ye bakarak “Alman sosyalist solu ne ki, liberal medyası ne olsun” denebilir. Doğrudur. Yok.

Türkiye solunun ana damarını iyi izlemeyenlerin, birbirlerinin cahili olarak işe devam edeceklerini eklemiş olalım. Ne yapacaklardı ki? Can Dündar’ı Helmut Schmidt’in mirası sağcı (“sosyal demokrat”) haftalık gazete Die Zeit’a sattılar, şimdi de Hürriyet militanı/yöneticisi Bülent Mumay’dan direniş kahramanı yaratmaya çalışıyorlar; hazret Alman sağının en muteber gazetesinde (Frankfurter Allgemeine Zeitung) “İstanbul’dan mektuplar” yayımlıyor ve bu, Türkiye’deki muhalif medyada  bile bir aşama olarak görülebiliyor.

Mesele şu: Derin Türkiye’yi böyle yazılardan/mektuplardan öğrenenlerin, haberlerde, basit teknik sorunları bile çözememesine şaşırma hakkımız yok. Bir ülkenin entelektüel yaşamına damga vurmuş, değiştirmiş, gerçekten devrimci, yani aşkın bir düzeni hedefleyen solcularını yakın takibe almadan, o ülke hakkında konuşamazsınız bile...

Fakat...

Fakat durum vahim. İslamcı Ankara’nın elinde çırpınan Türkiye’de her şey o kadar açık oynanıyor ki, gelişmeleri kendi tarihlerindeki benzerleriyle karşılaştırmadan edememeleri de normal.

İşin kirli yanı şurada: Sadece Alman siyaset sınıfı değil, Alman medyası da 2002 sonundan beri İslamcı Ankara’ya açık çek vermişti. O kadar destekledikleri ve “vesayet rejimine” karşı hep arkasında durdukları Erdoğan’ı şimdi yerden yere vuruyorlar. FETÖ’yü verecekleri falan yok. Baden-Württemberg ve Bavyera eyaletleri, Fethullah Gülen cemaatine yakın olduğu ileri sürülen kurumları vs. istihbarat yöntemleriyle izlemeye gerek duymadığını açıkladı.

Rahatsızlık büyüyor.

“Erdoğan rejiminin” son tepkilerini 1933’ün Nazi Almanyası’nda “denenmiş” önlemlere benzeten ve bunu geniş kitlelerin izlediği bir televizyon programında ilk dillendiren, “müfrit İsrailci”, her İsrail eleştirisinde antisemitizm gören, Münih’teki  Silahlı Kuvvetler Üniversitesi’nde (Universität der Bundeswehr München) 30 yılı aşkın bir süre yakın tarih dersi veren Prof. Dr. Michael Wolffsohn oldu. Wolffsohn, o programda Mustafa Yeneroğlu’nun sert tepkilerine de maruz kaldı. Bu Milli Görüş militanı, ki şimdilerde Almanca konuşabilen bir AKP milletvekilidir, malum, böyle bir benzerlik kurulmasını şiddetle reddettiğini falan söyledi ama, boşuna... Gelişmeler ortada.

Bu iş tuttu. Bu etiket yapıştı artık.

Dün de ülkenin en çok satan pazar gazetesinde Alman liberal sağının önder ismi, FDP Başkanı  Christian Lindner, Recep Tayyip Erdoğan’ın 1933’teki nasyonal sosyalist politikaları taklit ettiğini ileri sürdü: “1933’deki Reichstag yangını sonrasındaki gibi yukarıdan aşağıya bir devlet darbesi yaşıyoruz. Erdoğan kendi kişiliğine göre biçilmiş bir otoriter rejim kuruyor.”  Lindner, böyle dedi.

Biz yine ısrar edelim. Bu gelişmeler SA ve Ernst Röhm tasfiyelerini kısmen ve ama özellikle 1944 temmuzundaki Hitler’e bombalı Stauffenberg suikasti ve sonrasındaki gelişmeleri andırıyor.

Mesele vahimleşti tabii: Avrupa, Erdoğan siyasetini, yani İslamcı Ankara’yı, artık açıkça Nazi Almanyası ile karşılaştırıyor. Bunun sonu çok ama çok kötü olacak.

Erdoğan ve yakın kadrosu son dakikada kendisine bir yer bulabilir. Ama Türkiye halkı bu sürecin bedelini çok kötü ödeyecek. Daha doğrusu ödeyemeyecek. Çünkü, eğer o miting senin bu miting benim sağcı bir partiye konu mankenliği yaparak siyaset ürettiğini sanan apolitik solumuz kendini toparlamazsa ve ülkemizin devrimci ana damarını temsil eden tek partiyi, diğerleri ya dernek ya cemaat çünkü, kabullenip kaderine yapıştırmazsa, bu ülke kendi sonunu bile göremeyecek.

Türkiye artık yüksek yoğunluklu bir iç savaş düzlemindedir. Nihai bir iç savaş bu. Tüm taşlar yerinden oynadı. Gökbilimdeki “kütlenin çekim gücü”nü siyasette aramak, yenilgiye mahkum olmaktır. Kütle veya “hazır kitle”, sizi mutlaka emer, üstelik bunu önce sol söyleminizi  tükürerek yapar.

Solumuzun bağımsız bir programla iktidar istemesi gerekiyor. Madem iç savaşı ilan ettiler, iktidara talip bir güç yaratmak zorundayız.  Erdoğan bahanesiyle Türkiye’ye işgal kuvvetlerinin, üstelik NATO üniformasıyla girmesi, Anadolu’dan birkaç Kosova birden çıkması, kimseyi şaşırtmayacak bir süre sonra.  

Bu krizden sosyalizmle çıkmak isteyenler, sadece onlar doğru noktada. Türkiye ancak bir sol cumhuriyet olarak devam edebilir. Yoksa, kaos.

“Kaos” dedik. Ona rağmen veya tam da o nedenle: İslamcı Ankara sorumluluğunda yaşanan çöküş, solun devrimci kudretinin tersinden itirafıdır. Değil midir?