Nesin-Duran- Başlangıç: Asıl ʻmerkez medya’

Bilen biliyordur. Kerameti kendinden menkul epey bir “solcu”, yeni ve “liberal gericiliğin en dibi” bir televizyon kanalı ile internet sitesinde, gerici muhabbeti koyulaştırmaya devam ediyor. Televizyon ekranında olsun, pek kimsenin okumadığı ama kendilerini tatmin ettikleri anlaşılan internet sitesindeki köşe yazılarında olsun... Böyle... Neyse...

Burada, iki gerici, Ragıp Duran ile babasını mezarında fırıl fırıl döndürmeyi başaran Ahmet Nesin, o muhabbetin dibine 27 Ağustos’ta da vurdular. Bir vesileyle tanıklık ettik. Utandık.  Tamam. Ama önemli değil. Şu toplumsal sahnedeki Nesin mahdumları, solculuk adına Türkiye’nin devrimci merkezlerini topa tutan etkinlikleriyle, epeydir tam bir felaket zaten. Bu, bir yana...

Biz, neredeyse tüm yetişkin ömrü kendisini sosyalist sanmakla, ama sosyalizme de hep düşmanlıkla geçmiş, bir umur görmüş ve muhtemelen hâlâ sosyalistliği kimselere bırakmayan, herkese her fırsatta komünizm dersi veren “büyük bir gazetecinin” küçük bir densizliğinden hareketle bir meseleye değinelim.

Ragıp Duran, CNN’leri, NTV’leri, HaberTürk’leri vs. aratmayacak bir zihniyetin “dış stüdyosunda” ve o kurumlara çok yakışan görüşleriyle, bir ilginç yanlışını da parlatma fırsatı buldu. Cumhuriyet tarihinin ne kadar “ters”, daha doğrusu tam bir anomali olduğunu Ahmet Nesin’le karşılıklı terennüm ve propaganda ederken, ağzından bir şeyler kaçırdı.

Ragıp Duran, Fatih’in, Bizans’tan daha geri bir medeniyetin temsilcisi olarak 1453’te İstanbul’u fethettiği iddiasında. Çok yanlış olduğu söylenemez. Fatih en gelişkin olanı değil, aç ve atak bir enerjiyi, ama ciddi bir askeri ve entelektüel donanımı temsil ediyordu. Evet, tarihte daha ileri olanların daha geri olanları yuttuğu tezi, tamamen yanlış değil.  

Fakat Ragıp Duran’ın “İstanbul’un fethi” ile ilgili söylediği şu:

“Benim bildiğim kadarıyla her halükârda tarihte ilk kez daha geri bir medeniyet, kültürel olarak, sanat olarak daha geri bir medeniyet, ilk defa kendisinden daha ileri bir medeniyetin kentini de ele geçiriyor.”

Tarihte ilk kezmiş...

Bu “demokratların” tüm “entel” yaşamı, ne kadar varsa o kadar, böyle  boşluklar üzerine kurulmuş şatolardan oluşuyor.

Şimdi onlara, yani ömürleri sosyalizm adına, sosyalist her türlü kuruluşa küfürle ve reel sosyalizm sayesinde, onun gölgesinde/ışığında kurulup yaşayabilmiş Türkiye Cumhuriyeti’ni yerin dibine geçirmekle geçmiş şu “kâzip şöhretlere”, Luvi uygarlıklarını nasıl anlatacağız? “Deniz kavimlerinin” kimlerden oluştuğunu? Bunlara, M.Ö. 1180-1200’lerde  daha az gelişkin Yunanistan’dan gelen geri güruhun ileri Anadolu uygarlığının temsilcisi Troya, Ege uygarlıkları ve hatta Hititlerin imhasına varan başarılara imza attığını kim hatırlatacak? (Hatta Türkiye’de, Hektor’un öcü alınarak, 1923’te dünyaya rağmen bir cumhuriyet kurulduğunu?) İstanbul’un fethinden 2600 yıl önce olup bitenlerden söz ediyoruz.... Hazret, kantarın topuzunu kaçırıvermiş. Olur böyle şeyler... Sırtları sağlam nasılsa...

Luviler, Ege uygarlıklarının asıl Anadolu’yu ve ileri olanı temsil eden bir uygarlık merhalesiydi. Bu kıyı gelişkin olandı ve Avrupa, özellikle 19’uncu yüzyılda falan sahneyi Anadolu’nun aleyhine tersine çevirmeyi başardı. Buna gösterilen tepkiyi, bizim cumhuriyet tarihimizden, öncelikle de Halikarnas Balıkçısı ve Mavi Yolculardan biliyoruz. Ama yeni gelen bilgiler ve atılan adımlar Cevat Şakir-Azra Erhat ile Eyuboğlu kardeşlerin vs. bilgi dağarcığını çok geride bırakıyor.  

Önümüzdeki haftalarda, ekim ayı başında, bu konudaki çok ilginç Almanca yeni bir kitap, yine Eberhard Zangger imzasıyla çıkacak. Ona da bakarız.

Gelmek istediğimiz yer şurası: Böyle “sosyalizm düşmanı solcuların” ağzından çıkan her yarı-doğruya onu kat kat aşan bayağılıklar, sahtelikler, hatta sahtekârlıklar sızmıştır.

Maşallah, sermaye desteği konusunda pek yokluk çektikleri söylenemez.

Biz, bize bakalım: Devrimci Türkiye solunun koruduğu ve demode bulunan tüm devrimci hassasiyetler, bu “kâzip şöhretlerin” panzehiridir. O hassasiyetleri entelektüel bir mancınığa dönüştürebilirsek, ancak o zaman, bu kâzip orduyu etkisizleştirebiliriz. Misal: Geçmişimize tapınarak değil, sadece o aydınlanmacı geçmişin bir anomali olmadığını, 1923’ün son çözümlemede bir tarihsel/toplumsal ilerlemeye karşılık geldiğini ve cumhuriyetçiliğin ancak sosyalizmle ayakta kalabileceğini kanıtlayarak. Emperyalizmin bu yeni militanlarının maskelerini, sokakta veya medyada, aslında gördüğümüz yerde indirip gerçek yüzlerini genç kuşaklara göstermek şart.

Bunlar analarından “merkez medya” doğmuşlar, “merkez medya” ölecekler.

O kadar “merkezde”, yani sermayenin tam göbeğinde olmalarına rağmen pek kabul görmemelerini, böyle kenara itilmiş olmalarını hazmedemiyorlardır. Tıpkı Çetin Altan gibi bir yer arıyorlar. Ama Çetin Altan bir karikatürdü, bunlar ise o karikatürün karikatürleri.

Kabul: Asıl merkez medya bunlar. Şimdiki “reislerinden” biri, yine misal, Aydın Engin yetiştirmesi Celal Başlangıç bu role talip olurken yerden göğe haklıdır. Bunlar hep merkez medyaydı: Kapitalizmin, emperyal başkentlere siftinmiş medya cengâverleri. Kendimize başka yerde rakip aramayalım. Bunlar Türkiye gericiliğinin karar merkezleridir. Şu sıralar dışarlarda takılıyorlar. Uzaklar. Dolayısıyla tarihle ilgili gaflarından utanacak değiller ya...

Merkez medya işte, tamam.

“Malum reis” gider, bu “yeni reis parçaları”, darmaduman ve parça pinçik olmuş Anadolu’nun şu veya bu kalıntısında, muhtemelen yeni soykırımları önlemek üzere BM Barış Güçlerinin denetimine alınacak bir İstanbul’da, o dış demokrat merkezlerin hizmetinde gazetecilik yaparlar.

İslamcıların iktidarını hazırladılar, cumhuriyetin çökertilmesini alkışladılar, sosyalist devletleri zaten kendilerine hiç beğendiremedik, eh, bizdeki nihai yıkımdan sonra kendilerine ve takipçilerine de bir görev düşer herhalde.

Ne günlere kaldık, ne günlere gidiyoruz...