Kuklalar

İşlerin iyice sarpa sardığı Türkiye’nin, AB diye çizilen “demokratik cennetten” çok mu farklı olduğu sanılıyor?

Değil.

Bunu, aklı başında devrimciler zaten biliyordu (“Onlar ortak, biz pazar!”), zaman geçti, epey bir süredir AB’nin başta Yunanistan ile Portekiz olmak üzere “kenardakilere” çok pahalıya mal olan bir tuhaf emperyal sirk halini aldığını söylüyorlar. Fakat toplumda kuşku var. Türkiye ve çevresi çökerken, işlerin merkezde en azından doğru veya demokratik yolda olduğunu ileri sürenlerin sayısı pek azalmış değil çünkü.

Oysa “merkez” gerçekten çöküyor. Avusturya’daki sosyal demokrat bir karikatür olan Werner Faymann’ı sahneden kovan gelişmeler, “ekonominin tıkırında” olduğu bir ülkede yaşanıyor, hatırlatırız. Almanya gibi bir ihracat ve bütçe fazlası şampiyonunda da durum farklı değil. Her an her şey olabilir, bir yeni kriz sahneyi darmaduman edebilir.

Neden?

Ne oluyor?

Ekonominin tıkırında olması neden siyaset sahnesindeki gerginlikleri, kırılmaları giderici bir etki yaratmıyor?

İktidarda veya muhalefette, fark etmiyor, klasik sosyal demokrasi çözülüyor. Ama önemli olan, Avrupa sosyal demokrasisi klasik çizgileriyle çöker ve çöpe atılırken, sermayenin onun yerini tutacak yeni aktörleri sahneye sürme hırsı. Yani bu işin tutacağını biliyor emperyalist merkezler: Solu gerçekten ciddiye alan kesimlerin önüne bir sol “söylem” çakıverince, bunların destek için birbirini yiyeceklerini, gerekirse solculuktan bile vazgeçeceklerini biliyorlar. Tasfiye ilacı Syriza’nın bizde her yere sızabilen militanlarını unutmadık.

Bunlar gider. Biz kalırız.

Başka bir şeye dikkat çekmek için kalırız.

Şuna: Avrupa sosyal demokrasisi, görünen o ki, artık yitirdiklerini geri alamayacak kadar ağır bir gerileme içinde. Özellikle de merkezde yaşanıyor bu. Almanya’da, her zaman işçi sınıfının baş belası olmuş ve onu her türlü felakete bulaştırmış bu çizgi, şu sıralarda, içindeki son sol sosyal demokratı kustuğundan beri, Oskar Lafontaine, iflah olmadı. Bizdeki mevkidaşının bir yansıması olarak Sigmar Gabriel’in, partinin başında gelecek yılki seçimlere girmesi halinde, SPD’nin yüzde 20’yi bulmasına mucize diye bakanların sayısı çok yüksek. Kamuoyu araştırmaları yüzde 20 bandının altında. Bazen yüzde 19.5 gibi rakamlar da görülebiliyor anketlerde. SPD Başkanı Gabriel birkaç gün önce SPD’nin eski genel başkanı ve Sol Parti içindeki liberallerin de başbelası Oskar Lafontaine ile bir kahve içince, ortalık epey bir karıştı.

Karıştı ve birkaç haftadır “sol cilveler” yapmaya başlayan Sigmar Gabriel, “Yahu bir kahve içtik diye bu kadar olay oldu, iyi ki bira falan içmemişiz, o zaman neler olurdu kim bilir?" mealinde bir açıklamayla ortamı yumuşatmak zorunda kaldı. Ama mesele başka tabii: Sosyal demokrasinin çöküşünden, 1959’dan beri açık bir sağ parti olan ve Gerhard Schröder ile birlikte bu alanda gemi azıya alan SPD kadar, Oskar Lafontaine ve Sahra Wagenknecht gibi doğrusu pek öyle komünizm meraklısı olmayan, ama antikapitalist, antiemperyalist vurguları bazen gerçekten yükselebilen az sayıdaki Sol Parti üyesi de sorumlu. Kriz, merkezi zangır zangır sallıyor. Acı olan, bu krizde sol ve/veya “solumtrakların” değil, sağın yükselmesi. Misal: AfD gibi söylemindeki tek tük sol cilveler bile medyayı çok rahatsız eden bir sağ popülizm iktidar ayarları yaparken, Sol Parti yüzde 8’lerden düşmemeye  çalışıyor, SPD’nin ise biraz önce nerelere gerilediğini ve kendisine artık bir kitle partisi gözüyle bakılmadığını belirttik.

Ne mi oluyor?

Seçim oyunu AB’nin zengin merkezinde de tehlikede: İngiltere’de, bizim “solu” nedense pek heyecanlandıran Jeremy Corbyn’in İşçi Partisi’ne ve sosyal demokrasiye pek bir kan veremediği yazılıyor. Fransa’da François Hollande’ın yüzde 20’yi bile bulacağına inanılmıyor. SPD’nin Almanya’da durumu daha da berbat. Avusturya’da ise Faymann’ın kaçışından sonra sosyal demokrat SPÖ’nün barajı aşma sorunu bile yaşayabileceğini ciddi ciddi hatırlatanlar var. İtalya’da sağcılığı ile ünlü “solcu” Matteo Renzi ve Partito Democratico’sunun, Blair-Schröder çizgisinin “şimdilik ayakta kalan” bir versiyonu olduğu genel kabul görüyor. İsveç de parlak bir resim vermiyor. Sosyal demokrasi AB’nin merkezinde etkisizleşiyor.

O zaman, klasik sosyal demokratların rolünü ve işlevini yeni sol kuklalara yüklemek gerekmez mi?  

Bunu yapıyorlar.

Ama faşist çizgileri etkili “sağ popülizmin” yükselişini engelleyemiyorlar. Bu mevcut “sol”, merkezde veya kenarda, ancak sol tatlandırıcı kullanan aşırı sağı palazlandırır. Kopmadan, şansımız bulunmuyor. Bu kopuşu “küstüm küstüm” ile karıştırmayalım.  

Sonuçta, solculuk taslayan kuklalarla çarpışıyoruz. Kuklaya kukla demek, bize ve sosyalizme hiçbir şey kazandırmaz, doğru. Maske de düşürmez.

Ancak yine de felaketimizin sorumluları arasında yer aldıklarını somut olarak göstermek zorundayız. Bize bakalım: Erdoğan rejiminin tek destekçisi MHP değil, onun soldaki benzerleri çok daha önemli ve etkili.

Pek mi sekter olduk? Ülkeyi çökerten ve halkımızı yerle bir edenlerin adını ortaklarıyla birlikte zikredince, sekter mi oluyoruz?

İş, bizde, bizim programımızda. Kolay değil, anladık. Ama uzak da değil.

Sosyalizmsiz bir Türkiye’nin yaşama şansı bulunmadığını düşünmeye başladılar çünkü.