Kriz, savaş ve kapitalizmin asıl militanları

Bir yalan fırtınası bu. İsteyen “gerçekleri saklamak” diye de okuyabilir ve o, daha açıklayıcı olabilir. Sosyalizm bu dünyadan bir sistem olarak çekilip geriye bir enkaz bıraktığından beri bu, çok daha fazla böyle. Kör kör gözüm parmağına denilebilecek ölçülerde hem de.

Her yerde. Baştan sona bir yalan üretim fabrikası olan kapitalizmin “üst yapısı” demokrasi, neden farklı olsun? Trajedimiz bu yalanların etkili olması ve insanları kendi çıkarları aleyhine harekete geçirebilmesi, hiç değilse insanlığın imhasına yol açacak barbarlıkta yalanlara tepki göstermekten uzak tutabilmesidir.

Yardımcıları olmalı. Var. Bugün artık en büyük yalanları kendisini bu âlemde solcu göstermeyi başaran uyanıklar, halkı kısa yoldan feraha çıkılacağına inandırmayı solculuk ve siyaset sayanlar söylüyor. Şu veya bu demokrat mafya liderinin ardında “ötekilerin korunması, hak hukuk adalet, özgürlük vs.”  diye sıraya girenler, sınıfı ve aydını aşkın bir sistem doğrultusunda örgütlemeyi abesle iştigal etmek saydıklarından, sabah akşam kendi işlerini bırakıp “birlik de birlik” diye saydırıyorlar... Militan bunlar...

Doğrudan ve bizzat söylemeyenler de, o yalanların rüzgârıyla yelkenlerini dolduruyor. Siyasetten anladıkları bu. Soldan anladıkları ha keza.

Haksız değiller: Sosyalizm diye bir aşkınlık peşinde değillerse, böyle bir umutları yoksa, başka nasıl davranabilirler ki?

“Fakat yalana mahkûmlar” dedik. Bir insanın ürettiği değerin üzerine bir başkasının (sermayedar) konmasını, üreten insanın önüne de ölmeyecek kadar bir para atmasını, bir açık gaspı yani, başka nasıl kabul ettirebilirlerdi?

Mesele kapitalizmden doğrudan nemalananlar, yani bizzat sermaye sınıfı değil, onun özellikle “beyaz yakalılar” arasına serpiştirdiği militanlar. Her biri diğerinden daha demokrat (“ve entel”) tetikçiler bunlar. Yani sadece Ankara’nın İslamcıları değil yalan söyleyip yayanlar. Halkın gözünü boyayanlar. Böyle bir başarıyı bu dinciler tek başlarına beceremezler zaten.

Bir ara kablosu lazım bu enerjiyi yayabilmek için. O ara kablosu, somut olsun, mesela Syriza destekçileridir. Krizlerle şaşkına çevrilmiş emekçi halkı ve aydınları sisteme angaje edebilen “liberal sol” militanlardır. Bunlar her yerde artık. İçlerinden bazıları hâlâ Tayyibistlerin dayağını yemeği sürdürüyor. Liberal sol, çağımız kapitalizminin ve/veya emperyalist demokrasinin temel gıdasıdır. Kalanı fasa fiso.  

Bakan, görür: Suriye topraklarını işgal eden bir silahlı güce, İslamcı Ankara’ya, demokrat gazetecilere, bilim insanlarına kapıları ardına kadar açan bir Berlin’in iki gündür ciddiye alınabilecek bir tepki gösterdiğini gören oldu mu? Berlin, kendi verdiği tanklarla ve silahlarla icra edilen bir işgal operasyonuna hiç ses çıkarıyor mu? En azından bu satırlar yazılırken, böyle bir şey yoktu. Sonra hamamın namusunu kurtaracak açıklamalar elbette gelebilir, gelecektir.

Yalan galerisindeyiz. Liberal demokrasi ve liberal sol böyle bir şey olmalı.

Belki bu yüzden Nevzat Evrim Önal, liberal solun sosyalizmle, bir aşkın siyasal-toplumsal rejim olarak komünist meydan okumayla hiçbir ilişkisinin olmadığını ısrarla hatırlatıyor son ve gerçekten şaşırtıcı kitabı “Bilmiyorlar, Ama Yapıyorlar”da.

Bir yalan havuzu, bu demokrasiler. Dinciler, milliyetçiler, her türden kültürcü ve ötekiciler, sınıf dışındaki her kavramı göklere çıkaran, onlara tapan, reel sosyalizme ağzına gelen küfrü basan uyanıklar ve bu uyanıklarla cephe falan yapıp halkın sorunlarını çözebileceğini sanan üçkağıtçılar... Bir türlü etkisizleştirilemeyen sol liberaller ve onların iğvasına kapılan “devrimciler”..  Az da değiller ki...  

Yine de, sevindirici olan, kentlerde ve genç insanlarda, bu korkunç bayağılığa karşı köklü bir tepkinin yavaş yavaş ete kemiğe bürünmesidir.  Yani adamlar kendi mezar kazıcılarını yaratıyorlar ve kentlere doluşturuyorlar. Zenginlerin bunu görememeleri, bu arada bir tokluk sıtması içinde kendilerini kaybetmeleri, gelecek açısından umut vericidir.

Misal olsun: Syriza bayağılığının önüne yatmış olanlar, Çipras’ın başka ülkelerdeki taklitçileri, hayranları, şu sıralarda gerçek kimlikleriyle ilgili geri bildirimler almakla meşgul. Çipras ve Syriza’nın gerçek niteliği ortaya çıktı. İyi de bunu KKE yıllar önce söylediğinde, bizler de desteklediğimizde, hakkımızda en terbiyeli sıfat, “sekter” idi.

Şimdi liberal sola bizimle birlikte saydıranlar arasında, Syriza’yı övenler de vardı, kandırılmıştılar. KKE ve TKP kanmadı ama. Ne olacak şimdi?

AB demokrasisinden, bir başka ülkenin işgaline en azından hafta sonunda kayda değer ciddiyette bir tepki çıkmadı. Syriza grev hakkını bir yumrukta yere serdi, ama karşısına Yunan komünistlerinden başka tepki gösteren çıkmadı.

Kapitalizmler, bir yalan, üç kağıt, dolandırıcılık rejimidir. Emperyalist demokrasi de bu rejimin katmerlisi...

Nereden nereye geldik?

Niyetimiz başkaydı oysa. Bu hafta, Uğur Mumcu’nun öldürülmesiyle başlayan 1993 yılının anlamını yeniden dürtmeye çalışacaktık. Avrupa’yı dağıtan ilk 30 yıl savaşlarının (1618-1648) 400’üncü yıldönümünde kendi 30 yıl savaşlarımıza bakacaktık. Türkiye’de 1963-1993 ilk 30 yıl savaşları, düşük yoğunluklu bir iç savaştı, ilericilik dirençliydi. Üzeri kazındı. Ama ilericilik ve sosyalist aşkınlık arayanlar yok değildi ve etkiliydiler. Birinci 30 yıl savaşlarında resmen kazındılar. Demokratlıklarının semeresini aldılar. 1993 yılı, Uğur Mumcu, Eşref Bitlis, Turgut Özal, Tansu Çiller, Sivas-Madımak katliamı ile yeni bir 30 yıl savaşlarının başlama işareti olmuş olmasın? Bunları tartışacaktık... Olmadı... Başka zaman ve yerde yaparız...

Madem değindik, geçerken bir kez daha altını çizelim: İkinci 30 yıl savaşlarının sonuçlanmasına şurada 5 yıl kaldı. 2023’te, bu koşullarda, Türkiye falan kalmayacak görünüyor. Şu Türkiye’nin bizim bildiğimiz Türkiye ile hiçbir ilgisi mi var daha şimdiden? Kalacak Türkiye’nin hiç olmaz herhalde...

Kriz, savaş, her türden militan... Her şey ortada...