Korku jeneratörlerimiz: Erdal Öz okulu

Hep söylüyoruz ve sadece biz üzerine üzerine gidiyoruz: Solun içinde en az 42 yıldır yoğun bir sosyalizm korkusu var. Hâlâ yenemediğimiz ve Türkiye’de her türlü ilericiliğin üzerine ölü toprağı serpebilen bir korku bu. Solcularımız sosyalizmin gerekli olduğunu düşünüyorlar, ama hemen de ekliyorlar: “Şimdi zamanı değil.” Sosyalist iradenin örgütsel ve entelektüel olarak damgalamadığı antifaşizmlerin, bir sermaye oyunu/oyuncağı olduğunu duymak bile istemiyorlar. Antifaşizm moda olacak ya...   

12 Eylül-3 Kasım yenilgilerimizi sola egemen bu kirli bozgunculuğun, hep yenilmeye mahkûm olduğunu düşünen, solculuğundan utanan ve bazı iyileştirmeler için sermayenin her dediğine kafa sallamaya hazır “demokratlığın”, artık nasıl bir şeyse, kolaylaştırdığını söyleyebiliriz.

23 Haziran da bir yenilgi değil mi? Türk-Kürt zenginleri, sallanan Erdoğan’a bakıp, “Galiptir bu yolda mağlup” diye düşünmüyor mu?

Erdoğan’ın sarsıldığını düşünenler, bir kazanımla karşı karşıya olduklarına inanmış görünüyorlar. Sadece TKP, ki ülkedeki her türden cemaate bakıp tek parti olduğunu iddia etmek zorundayız, sahnede daha şimdiden dağılmaya başlayan iyimserliğin arka planında birçok dolap döndüğünü hatırlatıyor. Başka da bir siyasi güç bulunmuyor bu kirin adını veren. İlk kez mi başımıza geliyor?

Hayır. İlk kez böyle olmadı. Nasıl büyük bir yenilginin geldiğini, tıpkı 1950’lerden itibaren 1960’lardaki yükselişimizi müjdelemesi gibi, önce Türk edebiyatına bakarak da görebilirdik. Erdal Öz, diyelim.

Erdal Öz, böyle bir skandala çok güzel bir örnek. Bir bakalım.

ERDAL ÖZ’ÜN KORKU ÜRETME VE YAYMA OKULU

70’lileri, yani 1960’lardaki muhteşem devrimci yükselişin ardından gelip bütün bir 1970’li yılları dolduran genç devrimcileri en çok hangi kitap veya kitaplar damgalamış olabilir? 12 Mart’ın hemen ertesinde, herhalde önce “Yaralısın” kitabı. Erdal Öz gibi, devrimciliğe bulaşmış, ama yaşadığı baskılardan çok ürkmüş bir kurgu ustasının elinden/beyninden çıkmıştı. Etkisi inanılmaz boyutlarda oldu. Yaratıcısının bile farkına varamadığı bir etkiydi bu. Sonraki zamanın iyi para kazanan yayıncısı (“Can Yayınları”), iyi de bir yazar olduğu için, devrimcilere belki ihanet etmeyi değil, ama o ihanetlerin kapısını ardına kadar açan kolaycılıkları, korkmaları ve sinmeleri, bırakıp kaçmaları telkin eden “işiyle” edebiyatımıza kolay girdi ve çok etkili oldu.

Bunu isteyerek yapmamıştır herhalde. “İyimser bir duvarcıyız” ya, hadi öyle diyelim ve elimizden bir tuğla daha düşürelim: “a” dergisinden yetişmiş gerçekten iyi bir yazardı, kurgu nedir biliyordu, ama devrim için kavga etmenin pek bir getirisi olmadığını gördüğü anda, deneyimlerini paraya çevirebileceğini anladı. Yayıncılıkta “başarı” kazandı. Kirli bir başarıdır bu.

Daha çok, bir öykü ustasıydı Erdal Öz ve hapisliğini, içeride tanık olduğu işkenceleri yazıya dökmeye “Deniz Gezmiş Anlatıyor” ile devam etmişti. İşte bu kitabı galiba ilk yayınından 10 yıl kadar sonra tekrar kaleme aldı ve “Gülünün Solduğu Akşam”la müthiş bir satış yaptı. İyi para yaptı.

Başka bir şey daha yaptı: Bu kitaplarla devrimciliğe giren “bizim çocuklar”, 70’li yılların “o şarabî eşkıyaları”, daha kavganın içindeyken bile korkmayı ve kaçmayı, bunun için bahaneler uydurmayı, ama göstere göstere de ihanet etmeme tilkiliğini önce Öz’den ve onun on binlerce (belki yüz binlerce) satan bu kitaplarından öğrendiler. Oğlu Can Öz’e mi soralım, Yaralısın, Deniz Gezmiş Anlatıyor-Gülünün Solduğu Akşam kitaplarının korsan baskılarıyla birlikte toplam kaç adet satıldığını? Bir yanıt alabilir miyiz?

Aramızda bir ilişki olabilir mi? Mümkün değil.

Kendimiz yapacağız bu kokuşmuş bataklıktan çıkış yolunu, bataklığın efendileri bize neden yardım etsinler? Peki...

SOLUN SAVAŞ ZENGİNLERİ

O zaman daha açık olsun: Devrimciler, Türk edebiyatında, Erdal Öz’ün tetiklediği bu etkiyi göğüsleyebilecek bir canlanma yaratamadılar. Öz ve takipçileri, kafadarları, ki biz bunlara Orhan Pamuk-Ahmet Altan “okulunu” rahatça dahil edebiliriz, 12 Eylül’le gelen büyük darbenin sol ve edebiyat içindeki silindirleri oldu. Sonuçta, “Yaralısın” ve “Gülünün Solduğu Akşam” ile Ahmet Altan’ın “Sudaki İz” iftiranamesi/itirafnamesi, daha doğrusu Yalçın Küçük Hocamızın kavramlaştırmasıyla “Küfür Romanları” arasında dolaysız bir devamlılık vardır. George Orwell gibi tepeden tırnağa sosyalizm düşmanı bir gizli servis raportörünün sosyalizmi yıkma hırsıyla yazdığı “1984”ün Erdal Öz’ün yayınevinden çıkması son derece tutarlıdır. Önce veya sonra... Fark etmez. Çizgi, tutarlı...

Erdal Öz ve Can Yayınları, bütün yan ürünleriyle/etkileriyle birlikte, sonuçta bir fırtınanın ve yağmanın temsilcisi, tam bir “savaş zengini”dir. Öz’ün edebi açıdan düzeysiz olduğunu kimse ileri süremez. Ama temeli kurgulamak ve sorgulamak zorundayız. Bu “başarının” altında yatan nedenleri soruşturmak zorundayız. Korkunun yarattığı katma değerden, daha doğrusu “korku artıdeğerinden” türemiş bir savaş zenginini mercek altına almak, çağdaş ve devrimci bir eleştirinin herhalde ilk işlerinden biridir. Komünistlerin kaçamayacağı bir görev.

Her durumda, Erdal Öz, bir korku jeneratörüydü. Attığı o korku tohumlarını besleyerek, geliştirerek, “estetikleştirerek” kendine bir yaşam alanı açıyordu. Faşizan bir şey yapıyordu. Trajik olan, bu alanın Türkiye ilericiliği içinde açılmış ve çok sevilmiş olmasıydı. Gerçi bu, tarihsel doğrultunun dışında bir sapma da değildi. Hep böyle olmuştur çünkü. Biz, Walter Benjamin’den beri çok yineleriz: Faşizm, siyaseti estetize etmek için çaba harcar, komünistler ise estetiği siyasallaştırma çabası içindedir. Öz’ün üretip yaydığı korku, solun veya komünistlerin bu alandaki çabalarını, estetiği siyasallaştırma hırsını bir anda hiçleştiren bir katkı maddesiydi. Kapitalist siyaseti, faşist şiddeti kendince estetize etmeye çalışıyordu.

SOL GARİBANLIK: BİR UŞAK İDEOLOJİSİ

Modern zamanlar Türk edebiyatındaki en etkili bir korku üretim ve dağıtım merkezi, daha doğrusu “korku pazarlama merkezi”, Erdal Öz ile doğmuş sayılmalıdır. 12 Eylül sonrasındaki verimli karşıdevrim toprağında böyle bir korku yazısının son derece verimli bir yatırıma dönüşmüş olması, kimseyi şaşırtmamalıdır. Öz’ün, iyi yazarlığı bu etkiyi genç kuşakların aklına derinlemesine işledi. 1980 yılında 17-22 yaş arası gençler, bu “Öz kitaplar” sayesinde işkencelere ve baskılara direnip iyiliğin iktidarını mutlaka kuracakları coşkusuyla değil, tersine, her an ağır işkencelerin altında çözülecekleri ya da faşist bir katilin kurbanı olacakları korkusuyla yaşamayı öğrendiler. Asla kazanamayacaklarına inandılar. Sermaye demokrasisine ve onun emperyal edebiyatına sığınmanın gerekçelerini buldular. Bulamadıklarında uydurdular. Kaytarmayı, sinmeyi, gelişkin edebiyat oyunlarında toplumsal yükümlülüklerden tümüyle sıyrılma “tilkiliğini” öğrendiler...

Kendisinin veya sevenlerinin iddialarının tersine, Erdal Öz, kitaplarıyla işkencenin, kötülüğün, geriliğin artık hep iktidar kalacağı korkusunu yerleştirdi. 12 Eylül faşist generallerinin örtülü İslamcı darbesinden 2002 sonundaki açık İslamcı darbeye (AKP) geçişte, cumhuriyetin zaten güdük tüm kazanımlarının kazınmasında, liberal satıcıların solu silip süpürebilmesinde, bu korku jeneratörünün payı büyüktür.

Dikkat: Kötü değil, iyi bir yazardan söz ediyoruz. Yazının hakkını veren bir yazardan. Ama gerici bir yazardan.

Bütün bunların, Can Yayınları’nın yeniden pazarladığı “1984” ile bağlantılı bir yanı var. Orwell’ın hastalıklı sosyalizm düşmanlığını içeren “Hayvan Çiftliği” ile Arthur Koestler’in Almanca yazdığı ama önce İngilizce basılan ve orijinali kaybolan, sonunda önceki yıl tesadüfen İsviçre’de bulunarak ilk kez geçen yıl o kaleme alındığı haliyle Almanya’da basılabilen, bizde ise İngilizceden “Gün Ortasında Karanlık” adıyla çevrilen ünlü romanı arasındaki devamlılık gibi, bir usta ve çırak ilişkisi bu. Koestler, Orwell’ın ustasıydı.

Türkiye çoktandır gürültüyle çöken bir korku imparatorluğu ise, bunu, sadece darbeci faşist generaller veya sandıktan çıkmış islamofaşistlerin marifeti sayamayız. Onlara bu bereketli toprakları Erdal Öz ve kafadarları (“Belge’li Birikim Gericiliği”) hazırlamıştı. Bu korku imparatorluğunu mümkün kılmak için, devrimci yükseliş yıllarında devrimci genç kuşakların aklına böyle metinlerle girmek de gerekmişti. Başarısız bir operasyon olduğunu nasıl iddia edebiliriz ki? Mal, ortada. Türkiye bitmiş durumda. Edebiyatı ise kendisinden söz etmeyi bile gerektirmiyor, eğer tek tük çoban ateşlerini göz ardı edersek. En acısı: Kendi yarattığı islamofaşist barbarlığın kurbanıdır diye, Ahmet Altan gibi bir karşıdevrimci, örnek olsun, çöküşünün 30’uncu yılında da Alman Demokratik Cumhuriyeti’ni yüksek tutan Alman komünistlerinin üç ayda bir çıkardığı etkili “karşıkültür” dergisi “Melodie und Rhythmus / Magazin für Gegenkultur”da övgüye boğulabiliyor.

Erdal Öz, kendisini solcu sanarak/satarak öldü. Yarattığı büyük tahribatın hiç farkına varmadığı anlaşılıyor. Ama asıl acı olan, devrimci edebiyatçıların bu tahribatı çözümlemekten çok uzak durmasıdır. Devrimci siyasetçilerimiz de araya etkili bir mesafe koyamadı, bu başarıyı çözümleme gereği duymadı. “Yaralısın”, “Kanayan” ve “Gülünün Solduğu Akşam”, gerici Türk edebiyatının en etkili kitapları arasına sokulmadıysa eğer, bunda Türkiye devrimcilerinin Erdal Öz’ün simgelediği ve AKP’ye iktidar yolunu açan liberal sürüye esaretinin büyük payı vardır. Buraya, bu gerçekten yetenekli adamın beslediği iklime direnemediler.

Cumhuriyeti ve cumhuriyet döneminin ilerici edebiyat yataklarını faşistlerin ve islamcıların değil, solun içine işlemiş böyle korku jeneratörlerinin, öncelikle de Erdal Öz okulunun torpillediğini söylemek, geçmişin “köy gerçekçiliğine” kapılanmak anlamına gelmiyor. Metin yazarlığını ciddiye alan, Türkçeyi ve kurguyu hakkıyla kullanabilen böyle “solcu dostların”, solu ve cumhuriyeti yerle bir ettiğini söylemek, bir iş planı kurmak demektir. Bu, yapılamadı. Gecikmiş bir itiraf da olsa, böyle.

Demek, şimdi hâlâ çok genç Hüseyin Cevahir’in 1968’de kaleme aldığı ve “Yeni Eylem” dergisinin birinci sayısında yayımladığı “Kalın Çizgilerle Edebiyatımızın Dünü” yazısına bakarak bu mesele üzerinde düşünmek gerekecek. Yarım asır sonra. Yaparız herhalde.