Kazın ayağı

Bizi elbette ilgilendiriyor. Çünkü oynanan kanlı oyunun hepimizi nereye çekeceğini daha sahih görmemizi sağlıyor.

Anlatalım: Dün Almanya Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier, uzun yıllardır yapılanı yineleyerek İsraillileri de Filistinlileri de barış görüşmelerine ve iki devletli bir çözümde anlaşmaya çağırdı. Steinmeier’e göre, bu çözüm, sürekli bir barış ve İsrail’in güvenliği için tek şanstı. Herkesin ezberlediği açıklamalardan biriydi bu ve İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman’ın da İsrail Devlet Başkanı Reuven Rivlin’in de böyle bir çağrıya şaşırdığını kimse düşünmedi. Oyun, sürüyor.

Bizi ilgilendiren şu: Acaba aynı Alman Dışişleri Bakanı, çok yakın bir gelecekte benzer bir çağrıyı Türk ve Kürt dışişlerine yapamaz mı? Çok devletli bir çözümün, (geriye kalan) Türkiye’nin güvenliği için yegane fırsat olduğunu da sözlerine ekleyemez mi? Yoksa, “Belki mümkün, ama o tür bir çağrıyı bu dışişleri bakanı yapamaz, çünkü iş o noktaya kısa vadede gelmez!” diyenler mi var?

Neden olmasın? Her şey 100 yıl önceden çok mu farklı? Çok olmasa da, bir fark var. Aradan bu kadar yıl geçti ve 1914’ten bir asır sonra sonra, yine büyük bir yıkımın eşiğindeyiz. Bölünme ve küçülme ile ilgili bir fark var. Avrupa’nın sahibi açısından...

Birinci Büyük Savaş’ta Berlin için Güneydoğu Avrupa’nın denetimi hayati önem taşıyordu, Osmanlı’nın da fazla küçülmeden devamı isteniyordu. Berlin-Bağdat hattının bu yükün altından kalkabileceği sanılıyordu. Fakat diğer büyük devletler, İngiltere, Fransa ve Rusya, pek böyle düşünmüyordu; biliyoruz. Bu cepheleşmedeki Osmanlı, yıkıma doğru doludizgin yol aldı. Bugünün “Şerefsiz ve Cahil Osmanlıları”nı farklı bir son beklemiyor. Her taraftan sarılmış durumdalar. Dolayısıyla yaratacakları acı, 1914 ve sonrasını pek aratmayacaktır. Çünkü...

Çünkü aradan geçen asırlık süre, “zamanın ruhu” dediğimiz şeyi biraz değiştirmiş görünüyor. Örneğin Avrupa’nın en büyük gücü Almanya açısından, Türkiye’nin bütünlüğü bugün artık hiçbir şey ifade etmiyor. Devam etmesini mümkün görmüyorlar. Hatta biz ileri bir adım daha da atabiliriz: Avrupa’nın hiçbir başkentinde, bildiğimiz Türkiye’nin siyasi bütünlüğünü ve coğrafyasını koruması veya en azından küçülmemesi için “ciddi ciddi çaba gösteren” bir sorumlu bulmak mümkün değildir. Bu, bir iddia tabii.

İddiadır, ama Avrupa medyasına bakınca da, “ehemle mühimi tefrik edebilenler” için en büyük ihtimaldir: Şu anda hangi başkenti sallasanız size kuşkusuz Türkiye’nin birlik ve beraberliğine verdiği önemden söz edecektir. Ama kazın ayağı hiç de öyle değil. Avrupa için Türkiye’nin küçülmesi, özellikle Kobanê’den sonra artık bir kaçınılmazlık ve bir zorunluluktur. Zihinsel travmasının acısını emekçi halklarımızın çektiği Türk gericiliği, kendisine bir rakip yarattı. ABD ve AB için NATO’cu Türklerin artık bir rakibi var ve anlaşılan en az Türkler kadar kullanışlılar: Tüm versiyonlarıyla Kürt egemen siyaseti. Her şey, bu Kürt varlığının en kısa sürede kalıcı bir devlete dönüşeceğini, Arnavutluk-Montenegro-Kosova arası bu devleti engellemeye kimsenin gücünün yetmeyeceğini gösteriyor. ABD’nin değil sadece, AB ve Almanya-Fransa hattının da Kürt kartına oynamaktan başka bir çaresi kalmamış gibidir.

Operasyon kaçınılmazsa, birileri zevk veya fiyatını yükseltmenin yollarını aramayacak mıdır?

İslamcısıyla, Türkçüsüyle, sol liberaliyle, her renkten Türk gericiliği, bu zuhuru uzun süre engellemeye çalıştı. Sonuç, Kürt halkına yönelik tarihsel eziyetin dozunu arttırmak oldu ve sadece sermayedarları ve aydın adayları değil, bir bütün olarak Kürt halkı Türkiye’den koptu. Bunu biz görüyoruz da, Avrupa başkentleri mi görmüyor? Kürtlük, bugünkü koordinatları içinde, Türkler açısından tümüyle kaybedilmiştir. Ne olduğunu ve olacağını görmek isteyen, Kosova’ya bakabilir. Bakan, orada Sırbistan ve Kosova’yı değil, yarının Tayyibistan ve Barzanistan’ını görecektir. Ona benzer bir yapı kesinleştirilmeye çalışılıyor. Kürtler, dinci-etnik bir radikalizme bile onay vererek bu Türkiye’den kopmaya artık hazırdır. Feraha böyle çıkabileceklerine inanıyorlar. Asıl önemlisi, bu “çözüme/çözülmeye” Avrupa da hazırdır. Berlin-Paris hattında, bu meselede en ufak bir sürtüşme yaşanmayacağına dair şimdiden iddiaya girebiliriz. Türkiye orta veya uzun vadede değil, anlaşılan kısa vadede küçülecek. Trajik olan, çok kanlı geçeceği anlaşılan ayrılma sürecinin, artık etnik ısrarı kültürel ısrara çevirmiş her çeşit Türk tarafından da kabullenilmesidir. Bu coğrafyada ve tarihte Çekler ile Slovaklar arasındaki gibi barışçı bir ayrılık mümkün değildir. Yugoslavya coğrafyasını çok aratacak kadar kanlı bir kopuş gündemdedir.

İddialarımızı özetlemiş olalım:

Bir: Bütün Avrupa, Türkiye’deki depreme ve küçülme operasyonuna hazırdır. Bekliyor ve destekliyor.

İki: Avrupa, Kürt halkının böyle bir maceraya atılmaya hazır olduğunu görüyor.

Üç: Türk vurgulu, yani mevcut siyasal-tarihsel sorunları sadece Türklük ve “Bu toprakların sahibi biziz ulen, istemeyen çeksin gitsin, ya sev ya terk et!” deliliği ile sosyalizmsiz çözebileceğini sanan her kesimin, Kürtleri batıdaki yerleşim bölgelerinden kovmaya hazırlandığı da gözleniyor.

Dört: Almanya Avrupası, SSCB ve Doğu Avrupa’nın/Yugoslavya’nın tasfiyesinden sonra kendi bünyesinde yaşadığı sessizliğin, Türkiye’nin küçülme sürecinde de bozulmayacağına inanıyor. Sokaklarının karışmayacağını sanıyor, ama tam da emin değildir. Çünkü emperyal oyunları bozmuş Ruslara ve Türklere pek güven olmayacağını kendi tarihinden biliyor.

Her ne ise: Erdoğan hafta sonunda Avrupa’nın alay konusu olmuştur. Pazar günkü Alman medyasını izleyen, Alman siyasetinin de suskunluğunu çözümleyebilen herkes, Tayyip Erdoğan’ın günleri sayılı bir Berlusconi olarak gözlem altına alındığını rahatça görebilir. Christoph Kolumbus ve “Küba’nın kâşifi Müslümanlar” çıkışı, bu cahil cüreti, alayların üzerine tam anlamıyla tüy dikti. Erdoğan gibi bir islamcıyla alay eden Alman-Avrupa medyası, kafa kopartan islamcı katilleri toplumun üzerine bir korku jeneratörü olarak salmayı da ihmal etmedi. İsteyerek veya istemeyerek, Avrupa Almanyası, içinde bol bol Türkiye geçen bir islamcılık öcüsüyle, geniş halk yığınlarını hizaya getirebileceğini düşünüyor. Hakkını verelim, başarılı da olmuyor değiller. 200-300 şeriatçı cani adayını gösterip, 3 milyonu Türkiye kökenli 4.5 milyonluk Müslüman bir topluluğu terbiye, 82 milyonluk bir ülkeyi de idare etmeyi başarıyorlar.

Berlin’in 1914’teki anti-Slav Balkan ve Rus politikaları, İstanbul’un fazla küçülmemesi için çabaları, acaba yinelenecek mi? Mümkün değil. Şartlar değişti. G-20’den apar topar çıkan Putin’e karşı Merkel’in pozisyon alması, Sırbistan ve enerji politikalarıyla ilgili, ama günümüzün Osmanlı döküntülerine bu cepheleşmede verilen rol hiç mesabesinde...

İşler iyice karışıyor.

Emperyalist demokrasinin ne anlama geldiğini daha iyi anlayacağımız günler yaklaşıyor. Kanlı günler bunlar. Liberal solun nasıl kanlı bir ihanet şebekesi olduğunu iyice açığa çıkaracak kadar kirli zamanlardayız. Göreceğiz.