İslamcı Ankara ve muhalif demokratları

Avrupa, gerçekten endişeli. Bunun maddi ve çok anlaşılır bir temeli var. Birine, daha önce de dikkat çekmeye çalıştık: BIS (“The Bank for International Settlements” - Uluslararası Ödemeler Bankası) tabloları, Türk banka sistemindeki bir tıkanmadan en olumsuz etkilenecek olanların, 2008’den bu yana sahnedeki yerini koruyan ağır finans krizini atlatamamış AB üyeleri olduğuna dikkat çekti. Bu, Avrupa ekonomi basınında yerini bulmakta gecikmedi.

Tekrar olsun: İspanyol bankalarının Türkiye bankalarına verdiği 86,6 milyar dolarlık kredinin veya Fransa’nın “bahşettiği” 41,5 milyar dolarlık kredinin, daha küçük rakamlarla İngiliz ve İtalyan kredilerinin, sadece kendileri krizde bu ülkeleri değil, merkezdeki tuzu kuru zenginleri, örneğin Almanya-Avusturya-Hollanda hattını da yerle bir edeceğinden eminler.

Türkiye, BIS kayıtlarına göre, 270 milyar dolarlık bir krediyi geri ödemekle yükümlü, ama dağılmanın da eşiğinde. İlişkiler çok tuhaf gerçekten: Türk bankalarına kredi verenler listesinin ilk sırasında yaklaşık 87 milyar dolarla yer alan İspanya’nın kendisi ağır hasta mesela. Fransa da öyle. İtalyan bankalarının Türkiye’ye kaptırdığı kredi tutarı düşük, ama bu ülke ve bankacılığı birçok ekonomiste göre iflasın eşiğinde. En önemlisi: Bunların hepsi, Türkiye çökerse, merkezdeki zenginleri ve hegemonu vuracak. Berlin’i en önce...

Almanya’nın endişesi burada. İslamcı Türkiye batıyor ve sadece kendisini değil, AB’nin patronunu da, dolayımlar üzerinden dibe çekme gücü taşıyor. Avrupa Almanyası, bu maceraya daha fazla ortak olabilir mi?

Boyun Eğme’de daha önce yazmıştık, sonra bu haftaki Der Spiegel de kapak dosyalarından birini “Türkiye’nin ekonomik çöküşü”ne ayırdı. Biz, yinelemiş olalım:

“2000’lerde, yani Erdoğan yıllarında hızla şişen Türk finans piyasasının Avrupa bankalarına iyi para kazandırdığı kabul ediliyor. Nitekim İspanyolların BBVA, Fransızların BNP Paribas ve İtalyanların da UniCredit bankaları Türk bankalarına büyük hisselerle ortak olurken, HSBC ve ING, Türkiye’de şube açarak bu kanserojen şişkinlikten nemalanmayı seçti. Ancak hepsi denizin bittiği konusunda hemfikir görünüyor. Aşırı politize olmasından şikayet ettikleri Türk ekonomisinin 2016’nın üçüncü çeyreğinde yüzde 1.8 oranında küçülmesinden bu yana endişeleri daha da arttı. BBVA (Garanti) ve UniCredit (Yapı Kredi), yine Avrupa ekonomi basınına göre, tehlikeli sinyaller yayan Türkiye kredilerini nasıl kurtaracaklarının hesabı içinde. Avrupa ekonomi basını, Türk banka sisteminin acil bir dış kaynak ihtiyacı içinde olduğunu bağıra bağıra işliyor. Türkiye’nin yılda 33 milyarlık bir açığı dışarıdan krediyle kapatması, yani borcunu yeni borçla 'döndürmesi' gerektiği biliniyor. 

Alman banka sisteminin, Türkiye’deki gelişmeyi başından beri soğukkanlı bir biçimde izlediği anlaşılıyor. Alman bankaları, Türk bankalarına açtıkları kredi tutarını 2005’te 10 milyar avrodan 2013’te 20 milyar avroya çıkarmıştı. Bu rakamın son dört yılda tekrar 14 milyar avroya çekilmesi anlamlı bulunuyor. Ancak bu görece düşük rakam, yine de Alman banka sistemi için riskin azaldığı anlamına gelmiyor.”

Türkiye’nin, sadece ithalat ve ihracat tablolarıyla Alman ekonomisi için bir tehdit oluşturduğu söylenemez. Tersi doğrudur. Yani Türkiye, Almanya’dan ithal ettiklerini başka yerlerden alamaz, alırsa da içerideki teknolojik sistematiği, zaten çöküşteki ekonomik dokuyu iyice bozarak, yani iç piyasayı dağıtarak ve çok pahalıya alabilir. Bu, felç demektir. Ama Almanya, Türkiye’den ithal ettiklerini, belki daha ucuza başka yerlerden rahatça temin edebilir.

Berlin, bunu gördü.

Galiba İslamcı Ankara da gördü. Sinirlilik bundan kaynaklanıyor olmalı.

Eklenebilecek olan, şu: Türkiye bu haliyle artık gereğinden fazla büyük ve sorun olarak da aşırı büyük. O zaman küçültülmesi, merkezdeki zenginlerin ortak siyaseti halini alabilir. Kırparsanız, sorunların veya çöken devletlerin merkezdeki etkisini de kırpmış olursunuz.

Türkiye “parçacıklar siyasetinin“ temel maddesidir on yıllardır; yazıp duruyoruz. Böyle büyük bırakmayacaklar, zaten adamların istediği bir göz, tanrıları vermiş iki göz: Avrupa Almanyası, Türkiye sorununu siyasal coğrafyayı kırpıp küçülterek çözmeyi önerenlerin söz sahibi olduğu bir siyasi arenadır.

Demek ki, bir “tampon coğrafya” olarak Türkiye çoktan tarihe karıştı. Dağıtılıyor. Bunu İslamcı Ankara’nın hiç görmediğini düşünemeyiz. Ama tüccar imamların o korkunç cehaletleri ve gözü karalıklarıyla yeni felaketleri tetikleyecekleri kesindir.

AB merkezinin çok öncelerden beri gördüğünü ise söylemek herhalde gereksiz. Adamlar, bu doğrultuda istedikleri adımı atıyorlar. İslamcı Ankara, AB hegemonları için epeydir “Saddam Bağdatı”, “Miloşeviç Belgradı” veya “Mübarek Kahiresi”dir.

Bu coğrafyayı bu haliyle çok kötü zamanlar bekliyor. Sadece derin aydınlanmacıların, yani ülkeyi sosyalist bir hükümetle feraha çıkarabilecek olan devrimcilerin küçük bir şansı var. Küçük? Evet, devrimcilik, küçücük -hatta hiç olmadık- bir şanstan, tarihsel bir altüst oluş çıkarabilmek, yepyeni bir doğrultu üretebilmek değil midir? Şans büyük olsaydı, devrimciliğe ne gerek olurdu?

Devrim, küçücük bir hava deliğinden, insanlığı temiz havaya doyuracak dev bir sistem (“1917”) çıkarabilmektir. Bu da kendine güvenen, bağımsız bir entelektüel kadronun kendi kitlesini yaratması halinde ortaya çıkabilecek bir şey. Onun bunun kuyruğunda Hayır’la sevindirik olanların, 17 Nisan’da bir iç savaş moduna girilebileceğini düşünemeyenlerin, “Erdoğansız, belki de AKP’siz bir Türkiye’nin dümenine oturma hesapları yapan demokratların”, bu girift meseleyi anlaması mümkün değil. “Evet” bir barbarlık, ama “Hayır” da kendi başına bir çıkış değil. Belki bir ilk adım... O ilk adım da, etnik hezeyanlara, Kılıçdaroğlu’lara, Can Dündar’lara vs. çalışıyor daha şimdiden.

Banka sisteminin tedirginliği içindeki AB’yi biliyoruz: İslamcı Ankara’yı 2002’den beri açıkça desteklediler, çok ekmeğini yediler; baktılar artık bu ülkede deniz bitti ve asıl önemlisi, Ankara çökerse AB’yi de dibe çekebilir, günah keçisi ilan ettikleri kadroları şimdi dövmeye çalışıyorlar. Kendi “İslamcı Frankensteinlarını” yani...

Erdoğan yönetimi, ABD kadar AB’nin de meşru çocuğudur. Bunların hepsi 12 Eylül’den beri dünya kapitalist sisteminin merkezinden beslenen çocuklardı: Evren’den Erdoğan’a...  Bu nedenle “dış merkezler” Türkiye aydınlanmasının bütün kazanımlarına ve devrimcilerine karşı: Almanya’da şu sıralarda topladıkları akademisyenleri, gazetecileri vs. yakında Türkiye’ye yönetici olarak gönderebileceklerini, çünkü İslamcı Ankara’nın panzehiri saydıkları bu “seküler” cahil güruhun en çok bizim bağımsızlıkçı ve cumhuriyetçi geçmişimizden nefret ettiğini iyi biliyorlar.

İşler iyice karıştı, kısacası.

Şıracının şahidi bozacı: İslamcı Ankara’nın sözde muhalifleri, en az o İslamcılar kadar sorumlu ve çökerticidir... Bunların hiçbirinde Türkiye işçi sınıfı, yani emekçi halkımız ve onun cumhuriyetçi aydın kadroları için bir çözüm yok. İyi ki de yok.