İçsavaş ve topyekûn savaş

Avrupa, Türkiye ve yakın çevresini acaba bir topyekûn savaş macerasına itebilir mi?

Yoksa, bölgeyi başka bir çatışmacı yöntemle mi yeniden düzenlemeye çalışacaktır?

Ya ABD?

Dünya sisteminin, daha doğru bir tanımla “sosyalizmden arta kalmış şu dünya düzeninin”, tam bir savaşsızlık ortamı istediğini söyleyemeyiz. Savaşsızlık ile emperyalizm birlikte var olamıyor. Biliyoruz. Emperyalizmin veya “emperyalist barışın” silahların konuşmayacağı bir ortam yaratması mümkün değil. Başta finans endüstrisi (“karşılıksız para ve crash”) ile silah endüstrisi (“somut imha”), el ele, sistemi buna mecbur bırakıyor: Emperyalizm de demokrasisi de kan ve yıkım üzerinde yükseliyor. Dedik ya, bir mezbaha ideolojisi bu.

Meselemiz bununla bağlantılı, ama biraz daha farklı bir koordinat içeriyor: Dünya kapitalizminin ve/veya emperyalist merkezlerin tam bir savaşsızlık ortamı istediği ve bunun için çalıştığı “değil fikrimize yerleşmek, aklımıza bile gelmeyecekse eğer”, mevcut çatışmaları, sahnedeki kan ve boğazlaşmayı tarif etmemiz gerekir.

Emperyalizm varsa, mutlaka silahlı çatışmalar da var. Ama aynı emperyalizmin, reel sosyalizmin yarattığı etki alanı yüzünden, iki dünya savaşından sonra uzun bir tedirginlik/gerginlik yaşadığı da göz ardı edilemeyecek kadar açıktı. Reel sosyalizmin çektiği çizgiler ve içerdiği güç nedeniyle, emperyalizmin dünya halklarına verdiği zararlar sınırlanabilmiş, bu arada klasik sömürgecilik tasfiye edilebilmişti. Örneğin, Türkiye Cumhuriyeti de reel sosyalizm, yani Sovyetler Birliği sayesinde sahne alabildi ve kendini koruyabildi. O nedenle, biz soL’da, antikomünizmin ve antisovyetizmin en ağır bir Türkiye düşmanlığı olduğunu çok yineledik. Emperyalist planlar çok farklıydı, malum. Batı bizi hiç istememişti. Neyse...

Şu olmuştu: Her iki topyekûn savaştan, sosyalizm, önce bir devlet (SSCB) ve sonra da Doğu Avrupa (1945) ve Çin (1949) başta olmak üzere devletler topluluğu halinde çıkmıştı. İşte bu korku emperyalist/kapitalist başkentlerin beynini ve yüreğini kemirdi uzun süre. Emperyalist metropollerin 1945 sonrasında bir topyekûn savaş kaçkınlığına yönelip hedef ve alan küçülttüğüne tanık olduk. (Acıdır: ABD, bu kaçkınlıkta SSCB’nin kendisini geride bıraktığını galiba 1967’de İsrail ile test etti ve hava, tümüyle olmasa da, kısmen değişmeye başladı. 1979 sonrasında Afganistan’daki şeriatçı katilleri silahlandıran SSCB karşıtı cüret ile 1967’deki İsrail başarısı yakından bağlantılıydı.)

Emperyalizm, reel sosyalizmin etki alanlarında içsavaşlarla, özellikle de demokrasi, insan hakları, sivil toplum gibi kavramlar eşliğindeki içsavaşlarla sonuç alabileceğini görmeye başladı. 1989’da, kendisini de şaşırtan bir başarıyla karşı karşıya kaldı. Topyekûn savaştan kaçarak, devletler arası boğazlaşmaları değil, ateşi emperyal merkezlerden uzak tutulan yüksek yoğunluklu içsavaşlarla toplumları, coğrafyaları kendisi için uygun bir yola sokabileceğini, hatta kapitalist restorasyonu gerçekleştirebileceğini gördü.

O halde kısmen düzelterek söyleyelim: Emperyalizm, topyekûn savaştan, tarihsel deneyiminden kaynaklanan bir korkuyla hâlâ kaçıyor, ama yerel çatışmalardan hareketle bölgeleri kendi istediği rejimlerle yönlendirebileceğini de düşünüyor. İçsavaşları körükleyerek topyekûn savaşı uzaklaştırabileceği ve kıvılcımların da merkeze hiç sıçramayacağı (irrasyonel) inancı içinde.

O zaman, açıkça söyleyelim: İçsavaşlar ve/veya yerel çatışmalar günümüz emperyalizminin iç bağlaşıklıklarını da yakından ilgilendiren bir yönetim gıdasıdır. İrrasyonalizmini kışkırtan bir gıda bu. Bir tür “uyarıcı”, tam bir doping...

Büyük ve yaygın savaş korkusunun ortadan kalkmadığını gösteren gelişmeler ortada. Putin ile Obama ve Berlin-Paris çekişmesine bakarak, hatta Çin’in zaman zaman askeri gösterilerini de arka planda tutarak düşünelim: Pasifik’ten Manş’a militarist enerjisini göstermeyi gerekli gören Rusya, eski emperyalist başkentleri sakın topyekûn savaş macerasına karşı uyarıyor olmasın? Berlin’in Ukrayna’da resmen Washington’ın kuyruğuna basması, faşistoid Kiev’in NATO üyeliğiyle ilgili geri adım atarak Putin ile uzlaşma sinyalleri vermesi hiç mi bir anlam taşımıyor?

Emperyalizmin, yaygın ve devletler arası savaşlardan çok korktuğunu, ama içsavaşları tahrik etmekten de hiç kaçınmadığını, hatta tüm enerjisini o alana akıttığını söyleyebiliriz.

Topyekûn savaş macerasına karşı alerji devam ederken, metropoller dışındaki bölgelerde içsavaş niteliğindeki çatışmalarla yeni dünya demokrasisi düzenleniyor.

Geçmişten günümüze bakarak değil, çünkü gerici bir tarih yönsemesidir, bugünden veya bize yakın olandan bize daha uzak duran geçmişe bakarak konuşalım: 1989’dan çeyrek yüzyıl sonra ve 1914’ün 100’üncü yılında, bir rünya sistemi olarak emperyalizm yerel çatışmaları kışkırtıyor ve bunların sınırlı kalacağı öngörüsünden hareketle de bir yeni rejim oturtmaya çalışıyor. Ama kendi içinde tam bir uzlaşma sağlayamadığını görüyoruz. Moskova, Pekin, Washington, Berlin... Bunların her biri ayrı telden çalmaya başladığında dünyanın nereye evrileceğini kimse bilmiyor.

İki yeni yükselen güç, kapitalizmin dışında olmayan iki dev başkent, Moskova ve Pekin, toplumsal yapılarının farklılığına dayanarak, ABD’ye ve AB’ye resmen gözdağı veriyor. Joseph Goebbels, 18 Şubat 1943’teki o korkunç Berlin Spor Sarayı konuşmasında, İngiliz iddialarına ve bolşevik tehlikeye karşı Alman halkını savaşa çağırırken, “Topyekûn savaşı istiyor musunuz? ” diye soruyordu. İçeriye sorulmuş bir soruydu ve insanlık, dışarıyı da içerdiğini zamanla anladı. Bu barbarlığı reel sosyalizm sayesinde geçici olarak ezebildik.

Topyekûn savaşın sonucu emperyalizm için çok kötü oldu. İşte Putin, bazı plütokratların gözüne ve aklına belki bu “Rus anısını” da sokmaya çalışıyor.

Soralım: 1989’dan 25 yıl sonra, bu eski yaralar tümüyle kapanmış olabilir mi? Yani, dünya emperyalist sistemi, topyekûn savaşa ve onun sonuçlarına karşı bağışıklık kazandığına mı inanıyor? İçsavaşların ardı ardına patladığı bir dünyada, topyekûn savaş tehdidi de yayılmaya başlamaz mı?

Tüm sigortaların attığı bir zamanda yaşıyoruz. İnsanlığın, en azından yaşadığımız coğrafyadaki toplumların kaderi sosyalist bir ortak akla ve o ortak aklın eylemliğine bağlı.

İçsavaşları topyekûn savaşa evrilmeden denetleyebileceğine inanan ahmakların yönlendirdiği bu oligarşik dünya sisteminin, her türlü arızaya ve acıya açık olduğunu, Türkiye’nin de bu acıların tam orta yerinde bulunduğunu görüyoruz.

Fillerin tepişmesinden söz ediyoruz. Acısını bizlerin çekeceği, belki bire kadar kırılacağımız  bir tepişme bu...

Tek umudumuz, sosyalist aklın Türkiye’de bir araya gelip önce içimize sonra da bölgeye yönelik bir sol kurtuluş örgütlemesinde...