Geminiz çoktan battı

Türkiye’nin batarken İspanyol, Fransız ve hatta İtalyan bankalarını da dibe çekeceği ortaya çıkalı çok oldu.  Alman banka sistemi Türkiye mali sistemini yakından ve reel ekonomiden hareketle, çok iyi tanıyor; galiba bu nedenle mesafeli: Alman kredi kuruluşlarının Türkiye’de topu topu 17 milyar dolarlık bir alacak tutarı var. Çökmüş devlet olarak bakılan İspanya’nın Türkiye’de yitireceği 82 milyar dolarlık yükümlülüğün yanında, bunun sözü bile geçmez. Paris, 38 milyar doların derdinde...

Bir başka deyişle, üç büyük finans merkezi olarak ABD, İngiltere ve Almanya’nın Türk banka ve şirketlerine “kaptırdığı” kredi tutarı, kendisi batık İspanya’nın alacaklarından az.  İyi. 

İyi de, şu Alman mesafesinin bir nedeni olmalı. Bu soru henüz sorulmuş bile değildir. 

Reel ekonomideki Alman devlerinin Türkiye ekonomisindeki neredeyse rakipsiz ağırlığı daha acil bir başka sorudur.  O da sorulmadı. 

Biz, kredi bataklarında kalalım: Yukarıda adı geçen ülkelerin kredi kurumları Türkiye batağına sararsa, ki kaçınmaları imkânsız, AB’nin ve Avro’nun dağılması kimseyi şaşırtmayacak. Telaş, bundan. 

Geçmişten bugüne uzanabiliriz: 1970’lerin ikinci yarısında Helmut Schmidt, Bülent Ecevit ve hatta Süleyman Demirel hükümetleri döneminde, ABD’nin ambargolarına karşı, Türkiye’yi desteklemeye mecbur olduklarını söylemişti. Dönemin Federal Almanya başkenti Bonn, sosyal demokratları eliyle, Türk gericiliğini hiç desteksiz bırakmadı ve 24 Ocak kararları ile 12 Eylül iktidarının başdestekçisi oldu. Alman sosyal demokratları, Yazılama’nın birkaç hafta içinde okur önüne çıkaracağı kitaptaki (“12 Eylül - Bir Alman Pastası”) formülasyonla, “başkorucu” idi. Tabii “korucubaşı” da diyebiliriz.  

ABD’nin yetersizliklerini, hata ve boşluklarını Alman sermayesi dolduruyordu. 40 yıl önce. 

SPD’nin geçmişteki sağcılardan hiç geri kalmayan kadın başkanı Andrea Nahles, Helmut Schmidt-Gerhard Schröder çizgisinin sadık bir militanı olduğunu, haftasonundaki “Türkiye’ye destek” açıklamasıyla gösterdi. SPD’li Federal Maliye Bakanı Olaf Scholz da IMF ile Türkiye arasında arabuluculuğa oynacağı yolunda sinyaller verdi.  Zaten harıl harıl çalıştıkları kesin de, bunu bağırmaya başlamaları ilginç bir mesaj. 

Washington’la papaz olan Berlin, Trump’tan darbe üzerine darbe alan Ankara’yı neden yalnız bıraksın? 

Galiba bir şeyin farkındalar artık: Türkiye denetimsiz batarsa, sonuç hiç öyle Doğu Avrupa, SSCB ve Yugoslavya’daki çöküşler gibi “lokal” kalmayacak; merkezi de dağıtabilecek bir şiddet içeriyor Anadolu. Denetim şart.   

Yunan yoldaşlarımızın, bu arada Aleka Papariga’nın, son yıllarda geliştirdiği kuram ve kavramlar çerçevesinde kalarak söyleyelim: “Emperyalist piramitte“ kırılmalar, kapitalizm bünyesinde korkunç sonuçlar yaratabilir ve burada masum hiçbir halka yok. Yani burjuvaziyle ortak bir “vatan” yok. Dolayısıyla emekçi halkın ve aydınlarının, yönetenlerle aynı gemide olduğu, baştan sona bir yalandır. Türkiye yönetimi de, tıpkı Atina gibi, emperyalist zincirde, bütün iktidar ve sadık düzen muhalefetiyle bir cürüm merkezidir. Türkiye yöneticilerini antiemperyalistlikle taçlandırmak için, bunların maaşlı tetikçisi veya aklını peynir ekmekle yemiş olmak gerek. Burada solculuk aramasın kimse. Zaten aradığımız da yok.  

Daha açık olsun: Sosyalist bir hükümet yoksa, Türkiye’nin emperyalist merkezlerle kavgalı veya kavgasız bütün ilişkileri bir suça ortaklıktır. Kimse masum ve kapitalist bir Türkiye aramasın. Sol Türkiye, yani sosyalist hükümetli bir Ankara, sadece o, antiemperyalist bir konuşlanma gerçekleştirebilir.  O hükümet yoksa, Ankara’nin dinci, milliyetçi veya laik, bütün yöneticileri, muhalifleriyle birlikte bir yağmanın, ki bir felakete dönüştü çoktandır, ortak militanlarıdır.

Böyle bakınca da, aynı gemide oldukları doğrudur. Hepsi, kapitalizmin uşakları oldukları için, gemileri ortaktır. 

Çok yineliyoruz: Piyasacılıkta parçalar küçüldükçe, zengin merkez için getirileri başkalaşır ve büyür. “Parçacıklar siyaseti”, kendi mezarını kazan burjuvazi gibidir oysa. İş, er ya da geç metropolleri de vuracaktır. 

Şuraya gelmek istiyoruz: Sosyalizm, milliyetçiliğin ve dinciliğin düşmanı yegâne bütünsellik teorisi ve pratiğidir.

Gorbaçov ve döküntülerinin, Sovyetler Birliği ekonomisindeki ağ ve bütünsellik, yani parçaların birbirini tamamlayıcılığı anlayışından nefret ve şikayetleri ayyuka çıkardı. Hâlâ bile bundan şikayet ederler. Planlı ekonomi ister istemez piyasayı ve meta üretimini vuruyor, uygulamaya girdiği andan itibaren bir bütünsellik arayışı anlamına geliyor. Plansız Türkiye olmayacak.  Bundan böyle ancak sosyalist bir planlama bu toprakları bir arada tutabilir.

Öte yandan, mecburlar: Türkiye’yi küçültecekler. Ama küçültme operasyonlarının denetimsizliğinden haklı olarak tedirgin yeni emperyalist merkezler var. İş karışıyor... 

Türkiye’de banka sistemi çökecek, enerji koridoru kesintiye uğrayacak ve AB ile “avro”, bu yıkımdan sağ salim çıkacak. Olacak şey mi? 

Türkiye’deki her biri diğerinden sağcı ve kapitalizm meftunu iki sosyal demokrat sağcı partinin, CHP ve HDP, yönetici militanları, ne derlerse desinler, hepsi bu yıkımın birinci derecede sorumluları arasındadır.  En çirkinleri ise solculuk, hatta utanmadan “komünistlik” taslayanlardır. 

Elbette adı geçen partilerin tabanındaki namuslu insanlara, emekçi halkımıza çağrıda bulunmayı kesmemek gerekiyor. Yönetim katmanlarında ise hiçbir sağlam halka bulunmuyor. 

Bu kadar lafı şunun için ettik: Dünya sistemi, Türkiye merkezli bir çöküşü denetleyemeyeceğini yavaş yavaş anlamaya başladı. Trump’ın densizlikleri olmasa da bir yerden kopacaktı. 

Kopuyoruz... Aynı gemide olmadığımız için kendi başımızın sosyalist çaresine bakmak zorundayız. 

Bu sürünün gemisinde sola zaten yer yok. Gemi öyle bir gemi yani. 

Biz piyasa aktörlerinin “emperyalist piramitteki” yerlerine bakalım ve sosyalist bir çözüm için nereden girdi yapacağımızı düşünelim. Çöküşü engellemek mümkün değil ve Türkiye devrimcileri, kendi sosyalist çözümünü sahnelemeye mecbur. 

Almanya merkezli yeni girişimler, muhtemel bir yıkımın şiddeti konusunda fikir veriyor. Çok korkuyorlar.  O halde?