Gasp ekonomisi ve 'parçacıklar siyaseti'

Mecbur kaldıkları için, yoksa başka hesaplar kurgulayacak bir beyin kapasitesine sahip değiller. Türkiye’nin İslamcılarından söz ediyoruz. Dini, ticari bir pazarlama ve zenginleşme yolunda ara katkı maddesi olarak kullanan militanlardan: Artık her şeyi açıkça söylüyorlar ve bilmeden -tüccar imamlardan daha fazlası beklenemeyeceği için olmalı- bizim devrimci/aydınlanmacı müktesebatımızı, efsane devrimcilerimizin emperyalizm çözümlemelerini doğruluyorlar.

Ne mi?

Kabaca anlatmaya çalışalım. Önce mealen açıklıkları ve açıkları: “Türkiye’nin tüm kilit noktalarını, gerekirse her şeyini Batı’ya, emperyal büyük sermayeye pazarlar, her santimetremizi bu adamlara satıp biz de ara komisyonumuzu alırsak, bu ülkedeki sistemin altüst olmasına, yani hep birlikte batmamıza izin vermezler. Batı sermayesi, Türkiye batarsa kendi parasının da batacağını düşünür ve bizim çökmemize, yıkılmamıza engel olur.”

Militan İslamcılığın, bir tüccar zihniyeti olarak, tüm cepheleriyle bütün iktisat programı yukarıdaki gibi özetlenebilir. Bir iktisat programları varsa eğer, budur. Alt şıkları ayrıca ve rahatça doldurulabilir. Varlık Fonu falan hep bu temel mantığın hizmetindedir. Türkiye’yi çökerten İslamcılar, Washington, Berlin, Paris, Brüksel, Lahey gibi yönetim merkezlerini böyle sağlama alabileceklerini düşünüyorlar. Cahil cüreti tam da böyle bir şey.

“Cahil ve cüretlidirler” dedik, cehaletlerini, hesap bilmezliklerini içeride son birkaç yıldır mülkiyet rejiminin bir tabusunu ayaklar altına alarak kanıtlmadılar mı? Bir bölüm özel mülkiyeti, bir biçimde ele geçirdikleri devlet mekanizması üzerinden sorgusuz sualsiz gasp ettiler, hâlâ da ediyorlar ve bunun dışarıda da kabul edilebilir bir şey olacağını sanıyorlar. Aldıkları son tepkilerin altında mülkiyet gasplarının yattığını düşünemiyorlar.

Her şey ortada oysa: Avrupa’nın hegemon ülkesinde, bu ülkenin en üst düzeyde temsilcisi, Frank-Walter Steinmeier, görevini devraldığı gün Ankara’ya diktatörlük uyarısında bulunuyor ve yurttaşı bir gazetecinin, Deniz Yücel, hemen serbest bırakılmasını istiyorsa, biz bunun altında demokrasi sevgisi falandan önce, başka bir endişeyi ararız. Türkiye ekonomisinin tüm dokusunu belirleyebilecek güçte bir ülke olan Büyük Almanya’nın, kağıt (taşınır sermaye) değil, mal, toprak, hizmet, teknoloji, know-how, patent vs. kalemler üzerinden ve doğrudan sermaye yatırımlarıyla Türkiye’de bulunduğu unutuluyor. İlişkiler o kadar iç içe ki, Türkiye’deki banka sistemi batarsa İspanya’nın, oradaki banka sistemi üzerinden de Almanya’nın bir depremle karşılacağı Alman ekonomi basınında da yazılıyor. Her ne olursa olsun, Türkiye’deki reel ekonomiyi yönlendiren bir dış ekonomik devin, Ankara’daki İslamcıların özel mülkiyet gasplarını sineye çekmesi mümkün olamaz. “Rotterdam”ın da olamaz. Hırsızlar arasında bile geçse, özel mülkiyetin dokunulmazlığına halel gelmemesi için çırpınıyorlar. Berlin’den gelen sert tepkiler, Ankara’ya “Restinizi gördük, bu nedenle de sakıncalısınız, artık yolumuzu ayırmak üzereyiz” mesajı olarak yorumlanabilir. Kim nerede geri dönüş gerçekleştirir, şimdiden bilemeyiz. Ama...

Ama, “Emperyalizm” kitapçığının yayımlanmasını 100’üncü yılında şunu iyi biliriz: Emperyalizm ve/veya kapitalizm, eşitsiz gelişmenin damgasını taşır.

Türkiye, emperyalist merkezlerin ve uluslararası sermayenin yedek parçası ve “yağma toprağı” halini alalı çok oldu, ama İslamcılar bunu tahammülü çok aşan bir barbarlıkla derinleştirdiler. Bir dönemin kapanmak zorunda olduğu emperyal merkezlerde de görülüyor.

O zaman, şu: Behice Boran ve Mahir Çayan’ların büyük -ve özet- saptaması, emperyalizmin Türkiye’de bir iç olguya dönüşmesi hali, bu mantıki ucuna ulaşmış durumdadır. İslamcı rejim, aynen bizim güzel devrimci akıllarımızın saptadığı gibi, o yolda, denetimden çıkmış barbarca bir soygun düzeni yarattı. Bu soygun düzeninde her şeyimizi emperyal merkezlere pazarladıklarında, dünya sisteminin Türkiye’yi batırmayacağına inandılar. Cahil, kolay inanır.

Dinci kurnazlar, sadece kurnazlıkla Türkiye büyüklüğünde bir ülkeyi ve müktesebatı yönetemeyeceklerini dış merkezlere gösterdiler. Telaşları, kendilerinin de yavaş yavaş bunu görmesinden kaynaklanıyor olmalıdır.

Yönetilemez ülkeler, küçük, milliyetçi, dinci, tüccar-mafya ülkecikler halinde demokrasiyle parçalanır ve o coğrafya yaşanmaz hale gelir. Yugoslavya’dan Ortadoğu’ya, böyle... Yaşadık, yaşıyoruz...

Emperyalist merkezler bu ülkenin bittiğinden emin. Özellikle de Avrupa Almanyası. Şimdi Batı’ya kaçmış veya demokratik emperyalizme içeriden kucak açan “demokrasi acentaları” eliyle yeni bir siyasal coğrafya kurmaya çalışıyorlar. İslamcıları bahane ederek bir felaket sahneleyecekler sonuçta. “Parçacıklar siyaseti” böyle bir şey.

İmam tüccarlar kendilerine dokunulmayacağını sanıyorlardı, oysa Batı, tıpkı Noriega, Şah Rıza, Saddam, Mübarek gibi adamlarından bile kolayca vazgeçebileceğini geçmişte de göstermişti. Bunun Türkiye’de yineleneceği kesindir. Özel mülkiyet gaspının, emperyalizm tarafından affedileceğini sananlar, ona kafa tuttuklarını sandıklarında, çok ağır bir bedel ödeyeceklerini görecekler. Galiba anlamak üzereler...

Biz bu soyguncu alçaklara, aydınlanma tarihimizin, devrimci düşüncemizin kasapları olan bu İslamcı militanların her şeyine “Hayır” diyoruz. Ama 16 Nisan’da Evet veya Hayır çıkması çok önemli değil. Ondan sonrası, asıl önemli olan. Misal: Evet çıkarsa, Kılıçdaroğlu çevresinin ve onunla bir biçimde irtibatlı “demokrat destekçilerin” yerleştikleri yerlerden kovalanmaması mümkün değil gibi görünüyor. O halde, Hayır’ın, her türden “demokrat gaspçıya” bir taze kan olacağını da biliyoruz. Zaten o nedenle yetmeyeceğini önceden belirtiyoruz.

Her durumda bu iktidarın (yandaş, candaş ve muhalif) militanlarını korkunç bir istikbal bekliyor. Bunu görecek bir beyin kapasiteleri olmadığını biliyoruz, ama tarihe kalsın için, kendimizce, buraya bir not düşmüş olalım.