Fidel, ihracat ve demokrasi ithalatı

Eğer tarihimizde olmayan şeyler yaşadıysak ve hâlâ yaşıyor isek, bu rejimin tarihimizde “eşi benzeri yaşanmamış” bir yıkımla sahneden çekilmesi de sürpriz olmayacaktır. Bunu, bu badem bıyıklı tüccar imamlar ordusunun, tüm versiyonlarıyla, ateşten kaçan vahşi hayvanlar gibi “hissettiğini”, o nedenle de her türlü barbarlığa hazır olduğunu söyleyebiliriz. Bunların, geriye tanıyabileceğimiz bir Türkiye bırakmayacakları anlaşılıyor.

Sonun başlangıcında değiliz. Artık o sonun içindeyiz. Peki...

Peki de, bu barbarlığa son verecek olan eğer Türkiye işçi sınıfı ve onun sosyalist aydınları değilse, kim? Sırtımıza inen bir bıçak gibi, halkımız ve Türkiye adına yabancı parlamentoların, cumhuriyetçi Türkiye aydınlanmasına düşman vakıfların ve siyasi partilerin önünde toplaşıp “demokrasi için müdahale” çağrıları yapanlar mı? Demokrasi ithalatçıları mı yani? Bir başka deyişle, şu Türkiye’nin boğazına çökmüş her tür milliyetçinin eline ve cebine oynayanlar, dincileri kadar liberal Türk ve Kürt zenginlerinin de ekmeğine yağ sürmeyi politika sananlar mı?

Asıl soru herhalde şu: Türkiye’ye sattıklarıyla dünyanın tepesine binenler, dünyanın zenginleri, bu Türkiye’ye özgürlük ve eşitlik de ihraç eder mi?

Eder. O ihraç edilenlerin ne olduğunu ise yaşıyoruz işte. Erdoğan rejimi, o ihracatın en önemli bir kalemiydi. Ama sahne kalabalıklaştıkça ve sorunlar giriftleştikçe aktör sayısı da artıyor. Örneğin, artık muz gibi her niyete yenen tuhaf ve tanımsız demokrasi yemini felaketimize ilaç olarak sunanlar ve bu yolda daha şimdiden iyi bir kariyer yapanlar var. Orhan Pamuk ilk değil yani. Sonrası, ondan da kalabalık.

Ne demek mi istiyoruz?

Şunu: İhracat merkezlerinin arz kalemleri arasında demokrasinin de olmaması imkânsızdır. İyi de, o bir türlü tanımlanamayan ve son derece mistik bir niteliğe bürünen demokrasi ne menem bir şeydir ki, halkımıza hep yıkım getirmektedir? Bizim daha başında “felaket” diye damgaladığımız AKP rejimini ve despotunu, birkaç yıl öncesine kadar yere göğe koyamayanlar sadece eski ortak Feto ve adamları değildi, bizzat Batı demokrasileriydi. Değil miydi?

Şuraya bağlayacağız: Silah ihracatı ve askeri işgal operasyonları tek başına çok önemli değil. Ondan çok daha önemli olan, ihracata dayalı metropoller ve onların ideolojik ihracatları. İhracat patlaması, silah ihraç etmeksizin de hedef coğrafyalara enkaz ve felaket dağıtımı yapabiliyor. Zaten de yapıyor.

Bunun farkına varmak, hızla çözülen ve büyük bir patlamayla da ortadan kalkacağı yolunda işaretler veren ülkemizdeki “bayağı siyasetle” bağımızı kesmek demektir. Neden mi?

Çünkü dünyadaki felaketlerin kaynağında sadece silah ihracatı yapan devler değil, sivil ihracatla feraha çıkmış, dünyayı pençesine almış merkezler de bulunuyor. Bu merkezlerden gelecek demokrasiye, yani kapitalizme kapısını kapatmayanların yatacak yeri de olmayacaktır. İsteyen korkunç bir çöplüğe dönüşmüş Orta ve Doğu Avrupa’ya, daha doğrusu buralardaki enkaza, insanlıktan çıkmış kalabalıklara bir göz atabilir. Yani sadece Arap dünyasında değil, muasır Avrupa’nın ortasında da korkunç manzaralar gözlüyoruz.

Bu da normal. “Postmodern Hitlerizm” böyle demokratça bir şey.

Sürecin normal karşılanması gerektiğini vurgulayanlardan biri, elbette bu sözlerle değil ama, Prof. Dr. Georg Fülberth. Emekliliğinde, üniversite hocalığından çok daha verimli bir mesai yaşadığı anlaşılan bu yorulmak bilmez delikanlı, etkisini henüz tümüyle yitirmemiş bir aylık derginin, Konkret, bu hafta piyasaya çıkacak aralık sayısında biraz buna değindi ve ihracat devlerinden demokrasi beklentisinin gerçek anlamını da bir biçimde hatırlatmış oldu. Almanya’nın toplam ihracatı içindeki silah ihracatı payının binde 63 gibi rahatça ihmal edilebilir bir oran olduğuna dikkat çeken Fülberth “Waffe Export” (İhracat Silahı) başlıklı analizinde şöyle yazdı:

“Sadece silah ihracatı yok, bir silah olarak ihracat da var. Sürekli verilen ihracat fazlası, diğer toplumlara diz çöktürüyor. Devletler parçalanıyor, onların yıkıntıları arasında iç savaşlar yayılıyor.  Mülteciler geliyor, düşmanca koalisyonlar ortaya çıkabiliyor. Buna neden olanlar açısından ortaya çıkacak sonuçları önceden engellemek için müttefikler gerekiyor. Bu müttefiklere silahlar veriliyor ve burada yerli iş âlemi tıpkı sivil ihracatlarındaki gibi iyi para kazanıyor.  İşte bu sivil ihracat, sadece ekonomik açıdan değil, güç siyaseti açısından da, tüfekler ve tanklardan daha bir önemli oluyor.”

Biz ekleyelim: Sadece demokrasi ihracatı yok, bir silah olarak demokrasi de var.

Demek ki, ülkeleri yıkmak, devletleri paramparça edip birbirine düşman etnik-dinci-mafya devletçiklerine (“Parçacıklar Siyaseti”)  dönüştürmek için sadece klasik silah ve askeri işgal kullanmak gerekmiyormuş. İhracat sistemleriyle bu işi zamana yayarak ve çok iyi para kazanarak, üstelik daha az riskli bir biçimde yapmak da mümkünmüş. Tüfekler, tanklar, savaş uçakları veya insansız hava araçları ve asker yerine, vakıflar, siyasi partiler, krediler, örtülü ödeneklerden demokrasi yardımları, her biri diğerinden daha demokrat sanatçılar, gazeteciler ve insan hakları savaşçıları göndererek de benzer bir sonuca ulaşılabilirmiş. Üstelik ahlaki üstünlük baki kalırmış.

Bunları, Batı’da Erdoğan rejimine muhalefet ettiğini sanan, ama temel dertlerinin Erdoğan’ın badem bıyıklı tüccar imamları ve onların milliyetçi müttefikleri değil, Türkiye ilericiliğinin 200 yıllık kesintisiz mücadelesi ve kendi doğruları olduğu anlaşılan, Türkiye’ye ve onun devrimci hareketine bir anomali ahlaksızlığıyla yaklaşanların da bildiği anlaşılıyor.  İhracat merkezlerinden, dünyanın sırtındaki bir avuç oligarkın gözdesi Batı demokrasilerinden, en doğru ifadeyle “emperyalist metropollerden” demokrasi ithali için çırpınanlar, işçi sınıfımıza ve sosyalist aydınlarımıza bir şey kazandırmaya çalışmıyor zaten. Kendi ceplerini doldurmak ve kariyer duygularını tatmin etmek için çaba harcıyorlar. Bu da “postmodern Hitlerler ve Mussoliniler” için yerde ararken gökte bulunmuş bir nimet oluyor.

Dünyadaki “62 adet zengin”, 1.8 trilyon dolarlık servetleriyle, dünya nüfusunun yarısının, yani 3.6 milyar insanın sahip olduğundan daha fazla bir mal varlığına sahip. Bu “uygarlıktan” gelecek reçetelerle yoksulların sorunlarına çözüm bulacağına inananlar var.

İhracatçılar her şeyi satar. Özgürlük ve eşitlik ideallerinin, en verimli mal veya hizmet kalemleri arasında olduğunu bir kez daha mı vurgulayalım?

İhracatın kaynağı demokrasinin de kaynağı ise eğer, biz tek bir cürümün farklı etiketleriyle karşı karşıyayız demektir. Bu etiketlerin önünde takla atanlara, bunu solculuk diye propaganda etmeye kalkanlara hiçbir biçimde saygı duyamayız. Bu hakkımız bakidir. Devrimci Fidel’in bize en büyük mirası herhalde budur. Kendi ayakları üzerinde duramayanın, onurlu bir yaşam kurma hakkı da olmaz.  Sadece kendi ayakları üzerinde duranlar, binlerce kilometre ötedeki ülkeleri ortadan kaldıran, milyonlarca insanı kıran bir katliam makinesinin, ABD’nin, tam da kapısının dibinde ona düşman eşitlikçi bir cumhuriyet kurar ve yaşatır.

Kalbimizde ve aklımızda taşıyacağımız büyük devrimci Fidel, sadece Güney Amerika’nın değil, bizim de 200 yıllık bağımsız ve isyancı geleneğimizin bir parçasıdır. İçimize sızmış demokrasi taklacılarına bir kez daha hatırlatmış olalım: Fidel sadece emperyalizmin değil, sizin gibilerin de yüzüne atılmış bir tokattır.