'Dünya Savaşı Hali'

Bir kitabı Yazılama Yayınları bünyesinde Türkçeye de kazandırılan (“Her Zaman Tetikte”) çalışkan Alman yazar Jörg Kronauer, hâlâ Alman radikal solunun aylık gıdası konumundaki “Konkret” dergisinin geçen ayki sayısında, ABD, Rusya ve Çin ile Almanya arasındaki sürtüşmeli bağları, daha doğrusu emperyalist piramidin üst katlarındaki didişmenin seyrini irdeledi. Kronauer, “Dünya Savaşı Hali” (Weltkriegszustand) başlıklı bu yine ilginç analizinde, ABD’nin Rusya ve Çin ile ilişkilerinin arasındaki “ekonomik dev” Almanya’ya özel bir yer ayırdı. Biraz uzunca, ama şöyle: 

“Almanya, ABD hegemonyasını sarsan ikinci güçtür. Federal Almanya, gizli gizli uzun süre ABD ile eş düzeyde bir konuma ulaşmak için hazırlanıyor; açıkça da bu konumu ABD Başkanı Donald Trump göreve geldiğinden beri talep ediyor. Genelde bunu yapabilecek durumda olmasını, Amerikan hegemonyasının ona -bir küçük partner olarak- on yıllarca hep refah ve nüfuz sahibi olma olanağı vermesine, böyle bir gerçeğe borçludur. Ancak bu, Amerikan çıkarlarıyla uyumluydu: Federal Almanya, Soğuk Savaş’ta sadece desteklenecek bir cephe devleti değil, ayrıca Amerikan dev şirketlerinin Avrupa kıtasındaki en büyük pazarı ve yatırım alanıydı. 

Federal Almanya, -önce Batı yarıküresiyle sınırlı olan- ABD hegemonyası altında İkinci Dünya Savaşı sonrasında neredeyse bir yıldırım hızıyla büyüdü. Bunu sadece ekonomik yükselişi ve 1986’da dünya ihracat şampiyonu oluşu göstermiyor, ayrıca önce ekonomik en son da 2010’dan beri Bonn ve sonrasında Berlin’in Avrupa Topluluğu ve Avrupa Birliği’nde siyasi açıdan bir rol üstlenebilmesi de gösteriyor. ABD önderliği, sıkı müttefikleri karşısında kesinlikle lütufkâr bir hegemondu. Bu, mesela Almanların AB’deki durumundan farklıydı: Federal Almanya ihracat fazlalarıyla uzun yıllardır Fransa ekonomisini sarsıyor ve Avrupa’daki en önemli müttefiklerinin çabalarını sabote ediyor. Oysa bu müttefikler, AB’den sadece Almanya’nın değil Fransa’nın da dış politika hedefleri için yararlanmak istemektedir. Federal Almanya’nın gücü ABD hegemonyasına eşlik eden bir görüntü verirken, Fransa’nın zayıflığı Avrupa’daki Alman belirleyiciliğinin -birden çok sayıdaki- sonuçlarından biriydi. 

Washington’da, yükselmeye çalışan Almanya karşısında kendi egemen konumunu garantiye almak için çeşitli çabalar gösterildi. Obama’nın başkanlığı döneminde ABD eskisi gibi -yakın müttefikleri karşısında- lütufkâr bir hegemonya versiyonu için çaba harcıyordu. Buna bir örnek, ilgili jeostratejik nüfuz alanlarını eş düzeye getirme, böyle bir denge üretme çabasıdır. Bu düzey eşleme hali -2013’te Almanya başbakanlığının finanse ettiği Bilim ve Siyaset Vakfı (SWP) ile German Marshall Fund of the United States’in bir araştırma raporunda belirtildiği gibi- şunu diyordu: Berlin, kendisini “öncelikle Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya oradan da Orta Asya’ya uzanan Avrupa’nin istikrarsızlaşan çevresine yoğunlaştırmalıdır.” Bu tabii, sonuçta, “biraz da NATO müttefiki ABD'nin Asya’da artan angajmanını rahatlatmak, onun üzerindeki yükü almak içindir.”

Bu düzey eşleştirme pratikte gerçekleşmedi. Gerçi Berlin kendi nüfuzunu Avrupa’yı çevreleyen devletlerde genişletmeye çalışıyor, ancak Washington da buralarda eskiden olduğu gibi varlığını korumakta. Kuşkulu bakıyor, acaba Almanya ve AB gereken ağırlığı beraberinde getirebilir mi, ancak ABD’yi dışlamak için bazı başarıları kullanmaz mı, diye. Bu kuşkuyla bakış, daha Obama yönetimi döneminde Berlin’in sürekli yüksek ABD askeri bütçesine güvenmesi ve aynı anda da ABD aleyhine bir ihracat fazlası verip bunu artırmasıyla güçlenmişti. Trump’ın Beyaz Saray’daki selefi, Obama, bu ikisini sert biçimde eleştirmişti. 

Trump artık Berlin karşısında bir rota değişikliğine gidiyordu. Lütufkâr hegemonyadan uzaklaşan, bazı açılardan AB içindeki Alman belirleyiciliğini hatırlatan bir belirleyicik biçimine geçişti bu. En yakın müttefiklere de artık ellerini daha çok ceplerine atmaları ve para vermeleri için çağrıda bulunuluyordu. Bu yüzdendir, Federal Almanya’ya askeri harcamalarını artırması için yapılan baskı. Bu yüzdendir “Beggar-thy-Neighbour” (komşunu dilenci et) siyasetini durdurması için Federal Almanya’ya açılan ticaret savaşı. Bu siyaset, Almanya’nın ihracat rekorlarına ve düşük işsizliğine yardımcı olmuş, ihracat müşterilerini ise büyüyen bir borçlanmaya itmiştir. Obama işte bu siyaseti havuç politikasıyla durdurmaya çalışırken, halefi, Trump, kırbaca sarıldı. Trump, baskıyı, Alman ekonomisini ABD ekonomisine daha sıkı bağlamak için yeni çabalar göstererek artırdı. Yeni Rusya yaptırımlarının bir biçimde Almanya’nın Rusya işlerini torpillemesi bekleniyordu, istenen oydu. İran yaptırımlarına dönüş de buna bir katkıdır; İran yaptırımları, Alman endüstrisinin elinden epeydir özlemini duyduğu bir pazarı çekip alıyor. 

Trump’ın en son numarası şu oldu: İmzalanması için çaba harcanan AB ile serbest ticaret anlaşmasına koşul olarak özel bir ayrılma maddesi konulması gerekiyordu. Bu madde, eğer AB Çin’le bir ticaret anlaşması yaparsa, Washington’a, AB ile ticaret anlaşmasından 6 ay içinde ayrılma olanağı veriyor. Böyle bir koşul Washington’ın baskısıyla  daha önce de ABD, Meksika ve Kanada arasında NAFTA’nın devamı niteliğindeki anlaşmaya (USMCA) alınmıştı. ABD Ticaret Bakanı Wilbur Ross, Çin’e ekonomik yakınlaşmaları “Bu bir tür zehirli hap” diye açıklıyordu. 

Washington’ın “lütufkâr hegemonya”dan belirleyiciliğe geçiş yapmasına, Alman hükümeti açık bir dirençle tepki gösterdi. En seçkin örnekler, İran’la atom anlaşmasını kurtarma çabaları kadar, Alman Dışişleri Bakanı Heiko Maas’ın cakalı laflarla “Çok Kutupluluk Yanlılarının Birliği” kurulacağını ilan etmesi oldu. Bu birlik, Japonya, Güney Kore, Kanada ve ABD’nin havuçtan kırbaca geçişini uygun bulmayan diğer ülkelerle kurulacaktı. Ancak bu işten şimdiye dek pek bir şey çıkmadı. Bunun nedeni, ABD’nin Alman endüstrisi için hemen hemen yeri doldurulamaz bir pazar ve büyük farkla da en önemli yatırım alanı olması, dolayısıyla Alman endüstrisinin dikkatli olunması için uyguladığı baskılar değildi sadece. Her şeyden önce, Washington’ın eskisi gibi, hâlâ, müthiş bir iktidar aracına sahip olmasıydı: Dolar.

 Uluslararası ödemeler trafiğinde ABD parası daha hâlâ kenara itilemez bir ağırlığa sahip. Ayrıca dünya ölçeğindeki tüm döviz rezervlerinin hemen hemen yüzde 63’ü dolar cinsinden tutulmakta, avronun payı ise yüzde 20. İşte bu, Trump yönetimine üçüncü ülkelerden şirketleri ABD yaptırımlarına zorlama imkânı tanıyor. Washington’ın ABD Doları’yla elde ettiği tekelci konumunun artık kırılması gerektiğini Maas, ağustos ayından talep etti: “ABD’den bağımsız ödeme kanalları kurduğumuz, bir Avrupa Para Fonu yarattığımız ve bağımsız bir Swift sistemi inşa ettiğimiz zaman, Avrupa’nın özerkliğini güçlendirmemiz” artık “kaçınılmaz olacaktır.” Eh tabii bu da bir istenç ve tasavvur dünyası böyle bakınca, ancak görünürde henüz üzerinde yürünebilecek bir yol yok..”

Almanya Avrupası’nın büyük bir çatışma alanına dönüşeceğini gösteren sinyallere, belki iki şey eklenebilir. 

1.

Jörg Kronauer’in ABD ile ilişkiler çerçevesinde, Rusya ve Çin’in rolleri arasına Almanya’yı da alarak yol aradığı bu yazısında, dünya sistemindeki tehlikeli sürtüşmelerin küresel bir savaşı tetikleyebileceği uyarıları ortada. Emperyalist dünya sisteminin, özellikle de en zengin ve güçlü başkentlerin bu harareti daha ne kadar kaldıracağı, büyük patlamanın boyutları ve zamanı, hâlâ bir bilmece. Ancak, ilk çatışmaların başladığı bir sürekli savaş arifesinde yaşadığımız da ortada. “Dünya Savaşı Hali” yerinde bir tanım ve başlık. 

Bizim için önemli olan ise galiba şu: Türkiye üzerinde boşalacağına on yıllardır bu siyasi iradenin yayınlarında ve soL Portal’da dikkat çekilen böyle bir yıkıcı enerjinin yayılacağı coğrafya ve tahrip gücü, henüz kimsenin öngörebileceği kadar sahih değil. Ancak böyle kaotik bir ortamda, PASOK ve Syriza’nın yüzündeki maskeyi indirmiş Yunanistan Komünist Partisi ile benzer bir rolü Türk-Kürt sosyal demokrat bayağılıklarına açtığı savaşla Türkiye’de üstlenmiş TKP’nin siyasi-entelektüel müdahalelerinin etkisiz kalacağını düşünemeyiz. Sola sızmış ve yıkıcılığını hâlâ sürdürebilen, bir biçimde yemlenmiş liberal döküntülerin temel çabasının, bazı Avrupa KP’lerinde son dönemde gözlenen devrimci yönelişlerin etkisiz kalması için yoğunlaştığını biliyoruz. Yaparlar. Ama korkunç bir enerji boşalmasının eşiğinde olduğumuz da, en zenginlerin bir türlü yönetemez olmasıyla her geçen gün biraz daha belirginlik kazanıyor. Angela Merkel kasalarından döviz fışkıran, Avrupa’ya diz çökerten Almanya’da iktidarını koruyamayacağın hafta sonunda ilan etti, onu yanan Paris’teki Macron’un izleyeceği anlaşılıyor. Belçika’daki hükümet krizi yakından bakanlar için sürpriz değil... Londra’daki kaos herkesin malumu... Avrupa coğrafyasında sayılan Ukrayna zaten alev alev...

Sanki Türkiye’deki kriz, başka ölçülerle zengin metropollere de yansıyor. 

Hep yazıyoruz: Türkiye’deki İslamcı kisvesiyle liberal gericilik cumhuriyeti yıktı, yerine yenisini koyamıyor. Benzer bir şeyi AB yaşıyor. Sürekli bir içsavaş veya kesintisiz bir fetret devrine geçiş mi bu sahnedeki kaos? Türkiye ile dünya sistemi içindeki bazı paralellikler, göz ardı edilir gibi değil. 

2. 

Bu ülkeyi en iyi okuyan ve çözümleyen siyasi iradenin, özellikle Avrupa sosyalist-komünist hareketindeki yüzlerce Jörg Kronauer’e, sosyalizm için yazan-üreten devrimci aydınlara Türkçeye en azından yayın düzeyinde bir davet çıkarması, yeni alanlar açması gerekiyor. Sol diye Türkiye solunun hücrelerine sokuşturulmaya çalışılan, kapitalizmin “antikapitalist uşakları”, iddialarının tersine, her türlü liberalizmle pek kolay dans eden Wallerstein’lerin, Zizek’lerin, Balibar’ların veya “anarko-troç döküntülerin” işgaline bir son vermek ve “sürekli devrimci çeviri için süreli bir yayın” kurmak yerinde olmaz mı? Fransızcada, İtalyanca ve İspanyolcada, Rusçada ve Yunancada hangi devrimci düşünsel adımların atıldığını, bu dillerdeki entelektüel şiddetin gerçek boyutlarını bire bir izlemek gerekmiyor mu?  

Böyle zamanlarda, aklımıza hep Türkçeye layıkıyla girememiş, 2014 yılı başında ölen pırıl pırıl bir 47’li, Werner Pirker geliyor. Bu sitede birkaç kez değinmişiz. Ama asıl çalışmalarını sunamamışız. Kayıp gitmiş ellerimizden. Bu alandaki gediğimizi gelecekte kapatmalıyız ve devrimci Avrupa solu Türkçeye bu sitenin kurucu iradesinin merceğinden geçerek girmeli. Bakmamız gerek. 

Neyse...

Emperyalist-kapitalist sistemin üst katlarında da parçacıklar arası hareketlenmeler artık kontrol edilemez boyutlar alıyor ve bu alandaki liberal çaresizlik yayılıyor. Kemal Okuyan’ın, sürekli yaptığı bir uyarı, sosyal demokrasi ve benzeri “sivil-liberal” bayağılıkların faşizan yönetimleri özendirdiği ve onlara yeni kapılar açtığı saptaması, böyle zamanlarda daha da güçlü bir biçimde ortaya çıkıyor. Sadece Türkiye gibi “azgelişmişler” değil, “gelişmiş Batı demokrasisi” de bu saptamanın doğruluğunu kanıtlamak için yarışır oldu şu sıralarda...