Demokrat sanatçının uşaklığı üzerine 'derkenar'

Açık yürekli olalım. Siyaset, bütün toplumsal alanların anası konumundadır. En azından bizim için. Malum; biz hep siyasetin “kim için” olduğunu sorarak başlarız işe. Emekçiler ve aydınlanma içerikli siyaseti hep de en üste yerleştiririz.

İyi.

Ama bunu sadece biz mi böyle yapıyoruz? Tam tersini iddia ederek, siyasetin belirleyici gücünü inkâra yeltenenler de benzer şeyleri yapmıyor mu?

En azından Avrupa denilen mezbahanın lüks yemek odasında da siyasetin önemi ve sanatın ona bağımlı gücü kabul görmüşe benziyor.

Nasıl mı?

Berlin’de geçen yılın son çeyreğinden bu yılın ilk ayına kadar sarkıp 8 Ocak’ta sona eren ilginç bir sergi yaşandı. “Parapolitik” başlıklı sergide, belki de egemen sınıflar aradan yarım asır geçtiği için ve komünizmin emperyalist metropollerde “an itibariyle” bir tehdit oluşturmadığına, özellikle zengin mutfağında pek bir şansı bulunmadığına inandıklarından olmalı, her şeyi itiraf ettiler. Hikâye kısa ve öz: Soğuk Savaş’ta komünizme karşı sanatta açılan bir cephe örgütünün, “Congress for Cultural Freedom” (CFF), doğrudan CIA finansmanıyla hizmet verdiği, dünya kamuoyunu, daha doğrusu aydın adaylarını doğrudan etkileyebilecek birçok büyük sanatsal etkinliğin (sergilerin, konserlerin, dergilerin, “sanatçıların” vs.) arkasında bir istihbarat örgütünün yattığı 1967’de ortaya çıkmıştı. Berlin’deki sergi, ciddiye alınabilir bir eleştiri içermeden bu fasılları ortaya koydu. (Sergiyle ilgili bir haber Avrupa Kültür’de okunabilir: http://17.avrupa-kultur.eu) Özet olsun: Sanat pratikleri, sınıf mücadelesinin, daha açığı, doğrudan siyasi mücadelenin bir unsuruydu. O sergiye bir göz atmak bile bu saptamanın doğruluğunu teyit için yeterli.

Neyse...

Gelmek istediğimiz yer biraz ileride.

Oraya gelmeden şunu söyleyelim: Bu sitede Taylan Kara, yeni bir bitiş çizgisi çekti geçen günkü yazısıyla: “Birikim Dergisi ve 'liberal sol' düşüncenin bu topluma verdiği en büyük zarar nedir?”. Haklıdır: Bir liberal sol yağmacılar ordusu, yani cumhuriyete ve ilerici tarihimize düşman “demokrat sürü” bir etkisizleşme moduna girdi gerçekten. Bu “anomalist güruhun” en cahil başı Belge’nin bile huzuru yurtdışında aramaya başlaması, biraz da bu bozgunun tezahürü kabul edilmeli. Ama bunlar her yerde.

Sanat ve edebiyata geleceğiz. Son dönemde pek bir pohpohlanan yazıcılardan Burhan Sönmez, Türkiye’den haberdar olduğunu sanan bir cahil Alman gazeteciye -hadi daha fazlasını söylemeyelim- istediği yanıtları verdi. Onlar Süddeutsche Zeitung’da konuştular, birbirlerini yemlediler, biraz tarih bilinci ve ahlaka sahip insanlarımız ise herhalde yerin dibine geçtiler. “Demokratlar” elbette gönenmiş olabilir; hiç şaşırmayız, yakışır. “Büyük romancı ve pek bir solcu” Burhan Sönmez, Alman medyasına yana yakıla Türkiye’nin önünde çok karanlık bir dönem bulunduğunu “herhangi bir ışık göremiyorum” diye anlatıyor. Nedenini de ekliyor: “Güç sahipleri Türkiye’de liberal değerlere ve demokrasiye inanmıyor. Güce inanıyorlar ve bu gücü elde tutmak için her aracı kullanıyorlar. Yalanı, yolsuzluğu ve ölümü de...” Buradaki güç, iktidar olarak da anlaşılmalı. Hazret Türkçe neler söyledi, Almancaya nasıl girdi, bunu tartışmanın yeri burası değil.

Başka bir yerdeyiz.

Bu İslamcı Türkiye’nin bundan daha değerli bir yazara, sanatçıya vs. ihtiyaç duymadığı kesin. Demokrat sürü, İslamcı Ankara’nın tetikçisiydi; hâlâ da öyle. Dolayısıyla, burada da Sönmez ve kendisine sorular yönelten AB demokrasisini birlikte düşünerek, yani sadece İslamcı Ankara ve Burhan Sönmezgilleri değil, tüm bir küresel sistemin aktörlerini içerecek biçimde değerlendirerek baktığımızda, “tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş” ifadesinden başka bir şey eklemek gerekmiyor. Murat Belge hiç kıskanmasın, önemli döneklerimizden babasını yine hayırla yad etsin: Burhan Sönmez, biraz daha cahil bir Burhan Belge’dir en fazlası...

Bunlar böyle.

Gelmek istediğimiz yer ise şu: Bu satırların yazarının “sanat politolojisi” kavramıyla düşünmeye çalıştığı alanlar, tüm sanat pratikleri, siyasetin bir parçasıdır ve liberal sol denilen kiralık katiller ordusunun karşısında, 1989 öncesindeki sosyalist cumhuriyetlerin büyük birikimini de arkamıza alarak, yenilerde büyük bir devrimin içine doğru yöneldiğimizi görüyoruz.

Bir devrimci siyaset adamımızın saptamasını sadece bir sözcüğü değiştirerek alıp, meseleyi tartışmaya açabiliriz: “Sanat parayla yapılıyor ve sanat para için yapılıyor. (...) Paranın saltanatını sona erdirmek, sömürü düzenini ortadan kaldırmak için yapılan sanatı çıkarın, sanatta ahlak yoktur.”

İlgilisi hemen anlamıştır: Kemal Okuyan yoldaşımız son Boyun Eğme’de (9 Şubat 2018) “Ahlaksız Siyaset”i yazdı. Çok güzel yazdı. Orada siyaset üzerine yaptığı bazı saptamalar, bizce, aynen egemen sanat pratiklerine taşınabilir. İddiamız şudur: Türkiye ve dünyadaki tüm sanat pratikleri, çürümüşlük ve kapitalist sömürüye uygun “insan yaratma” anlamında bir nükleer çürütme santralı olarak, ahlaksızlık (“insan insanın kurdudur”) üretiyor. Sadece sömürü düzenine ve paranın saltanatına karşı açıkça bu alanda direnenler, bu saptamanın dışında kabul edilebilir. Ama onlar da jeolojik oluşumları, toprağı ve ürünleri nitel bir biçimde değiştiremiyorlar. Siyasal şiddete ihtiyaçları var. Yukarıda sözünü ettiğimiz “Parapolitik” sergisi bunun itirafıydı.

Mesele, bu büyük bataklığın, bu artıdeğer sömürüsünün imha edilmesidir.

Demek ki, şu liberal ve her biri diğerinden daha demokrat sürüyle vakit geçirme hakkımız bulunmuyor. Ama kendimizi de saklamayalım. Bunların tek ahlakı para ve sömürüdür, dedik. Bunu sola bulayarak yapmak zorundalar; ancak öyle yutturabiliyorlar çünkü. Bizim için trajik olan mesele, çok uzun olmayan bir süre önce pek pahalıya ödediğimiz (“1989”) olayların ve aktörlerin solun içine hâlâ sızmayı sürdürebilmesidir. 

Bunları affedemeyiz, solun içinde hiç göremeyiz, aramızda kesinlikle tutamayız. Kapitalizmin yağma ordusunda sorumlu yerlerdeler. Yalçın Küçük Hocamızın ve Orhan Gökdemir’in kulakları çınlasın: Bunların her biri bir başka azgınlıkta “azap”... Ama çöküş dönemine de girdiler. Entelektüel şiddetimiz bunları fena vurdu, vurmayı da sürdürüyor.

Meseleye döneceğiz. Kemal Okuyan’dan el alarak yineleyelim ve öyle bitirelim: Bu edebiyat ve sanat içinde, kapitalist sömürüye açıkça cephe alanlar ve üretimleri dışında, kimse insani bir ahlak, bir tutarlılık, bir zenginlik aramasın. Kendimizi aldatmaya bir son verelim. Azınlığız.

Bu, iyidir. Hem de çok iyidir.