Çürüten sanata nasıl bir reddiye?

Gelmek istediğimiz yer biraz farklı. Ama meselenin bir ucundan da tutmamız gerek. O zaman...

O zaman, aklımızdakini fazla ambalajlamadan söyleyelim: Gazeteciliği ve yazarlığı dışında, elbette ona ek olarak, bir de Yusuf Ziya Ortaç ve Cemal Süreya gibi iki büyük portrecinin günümüzdeki mirasçılığına sessiz sedasız el koyan Mustafa Kemal Erdemol, BirGün’deki 15 Mart tarihli yazısında, siyasetçilik oynayan cahil bir tüccar imamın gerçek yerini irdelerken, şöyle hatırlattı:

“Bolu Beyi için 'zulmünden çok Köroğlu’yla karşılaştığı için ün kazanmıştır' denir. Tabii işin uzmanları iki Köroğlu’nun varlığından söz ederler. Birinin şair, diğerinin de şaki olduğunu söylerler. Şaki olandır Bolu Beyi’nin belalısı. Ama halkın zihninde her iki Köroğlu tek bir kişi olarak yer etmiştir. Olsun, bir kötülüğü yok.”

Erdemol’un iyi ve iyilikten yana dünyası, bu tür haksızlıkları pek sorun yapmayan devrimci bir dünyadır. Tamam. Ama, başka bir açıdan bakarak söylenmesi gerekenler de yok değil.

Birincisi, şairlerin veya sanatçıların “işini bilir bir sınıf” olduğunun da altı çiziliyor sanki bu satırlarda. Değil mi? Doğrudur: Tek tük istisnalar dışında, ki onlar da sanatlarını geliştirme fırsatını yitirdiklerini bilirler, toplumsal mücadeledeki kavgacılar (“plebler” ve plebyen şiddet), o kavgayı anlatarak kariyer yapan sanatçıları/yazarları karşılıksız sübvansiyonlarla fonlayıp duran birer kaynaktır... Kendilerini sıfırlayarak hem de...

Ortada böyle bir haksızlık var. Oysa, önceliği piyasayı imha etmeye çalışan kavgacılara vermek gerek, o kavgacıların sırtından piyasada “dünyalık yapanlara” değil. Ama sanat pratikleri maalesef öyle bir şey; bunlar hiçbir şövalyelik içermez. Bir rantiye sınıfıdır karşımızdaki. İstisnaları abartmayalım.

Plebyen dünyanın acımasızlığına göğüs geren kavgacıları, zamanın ruhuna ve piyasada esen rüzgârlara uygun bir biçimde pazarlayarak, ama komünizme ve reel sosyalist deneyimlere küfrederek yaşayanlara denecek fazla bir şey yok aslında. Eğer buradan tutarak bazıları tesadüfen insanı yükselten aşkınlıklar çıkarabilmişlerse, bu zenginliği insanlığın hazinesi içinde de sayabiliriz. Ama bedelini unutturmak ve bunları “bizden saymak” kesinlikle bizim işimiz değil. Hem sonra, bu işler bu kadar kolay mı?

Halk, gerçek kavgacıyla o kavganın sırtından ve rantıyla yaşayan “tatlı su Frenklerini” birbirine karıştırmaya devam mı etmeli?

Galiba halkları bu fonlama, bedel ödeme ve maddi/manevi zenginlikler yaratma konusunda daha bir duyarlı kılmak için de devrim yapmak gerekiyor. Sosyalist devrimsiz olmuyor.

İkinci mesele şu: Entelektüel dünyada mücadeleyi seçen ve devrimcilik iddiası taşıyan sosyalistler, maddenin (kavganın) önceliğini bilgi üretiminde hak ettiği yere oturtmanın, sanatı yok sayma anlamına gelmediğini itiraf edebilmelidir. Biz, Türkçeden bakarak ve bir adım daha atarak söyleyelim: Yaşadığımız büyük çürümenin birinci derecede sorumluları arasında yer alan egemen Türkçe sanat ve edebiyat pratiklerine karşı, şimdiye kadarkilerden daha etkili bir cephe açılması şarttır.

Sadece klasik sağı değil, asıl “liberal solu”, yani piyasayla uzlaşmayı, sosyalist hedefleri ertelemeyi solculuk diye propaganda edenleri karşıya almayı bilmek gerek. Büyük çöküşümüzün önüne geçebilecek yegâne yolun sosyalist devrimin güncelliğinden geçtiğini bilenlerin, piyasa mekanizmalarına ve onların sanattaki ajanlarına/acentalarına hoşgörü göstermesi büyük bir aymazlıktır. Bu rantiyelerin sanat pratiklerinde kayda değer ölçülerde bir ileri adım atabildiğini gören de yok zaten.

Çürüme edebiyatına karşı NHKM’ler bünyesinde gerçekleştirilen sevindirici toplantıların geldiği noktada, daha yeni adımlara da cüret edilmesi şarttır. Yeni, derin ve geçmişi yerle bir etmeye kararlı devrimcilerin yerleşik sanatın yüzündeki sermayeci maskeyi/maskeleri birinci elden indirerek ve o âlemi tüm hücrelerine dek dağıtmayı da göze alarak, yeni bir üretim tarzı aradığını ilan etmesi gerekiyor.

Olur mu?

Bilemeyiz. Ama olursa, bu ancak dijital dünyanın yepyeni olanaklarını kullanarak üretimi derinleştirecek olan sosyalistler eliyle mümkündür. Onu biliyoruz. Yoksa sadece halk değil, kendisini aydın sayanlar da gerçek kavgacıların sırtından bir yerlere gelmiş olan bu “sol rantiyelerin” önüne paspas olmaktan kurtulamaz.

Özellikle “sol liberal” rantiyelerin yüzündeki maskeyi parçalamak zorundayız. İçlerindeki büyük boşluğu ve kiri herkes görsün diye...

En önemli meselemiz, tekelci dönemde gerçek bir iktidar odağına dönüşen kültür endüstrisinin saldırılarına karşı göstereceğimiz tepkinin biçimleridir. Eski biçimler, kısıtlayıcıdır. Ya yeniler? Aramak zorundayız.

Bu iş günümüz koşullarına uygun, yani geçmişten büyük ölçüde kopmayı göze almış yeni tür bir dergicilikle de başlayabilir. Dağıtım ve erişim engelini ortadan kaldıran dijital âlemin, sosyalist yayıncılığı ve üretim hırsını töprülediğini söylemek, en hafif deyimle, doğru değildir. Demek ki, yeni açılan alanlarda, attığımız adımların arkasını getirmemiz gerekiyor. Böyle bir teknolojik sahnede “content is king” demek zorundayız: İçerik, belirleyici bir güçtür artık.

Burada bir sorunumuz var.

Çürüme zamanlarında deprem, kolera, aşk, kavga, devrim... Bunları yaşayacak ve anlatacak olan devrimcilere yeni yayın alanları açılmazsa, enkazın altından kalkamayız. Piyasa egemenlerinin her ürettiğine anında tepki göstermezse devrimci bir sol, yani entelektüel şiddetini hayatın her alanında ve her anında sürekli kanıtlamazsa, yenilmekten de kurtulamaz. Küfretmekten, geçmişteki halkçı veya sosyalist deneyimleri irdelemeksizin övüp durmaktan, hatta o geçmişi bugüne model olarak sunmaktan, bu arada sağa sola “devrim düşmanlığı” etiketi yapıştırmaktan falan söz etmiyoruz. Başka bir dil kurabilmekten, sermaye tahayyüllerini parçalamaktan ve hayatı yeniden kurmaktan söz ediyoruz. Sermayenin tahayyül ve tasavvurlarını, devrimin tahayyül ve tasavvurlarıyla göğüslemek zorundayız. Bu da herhalde sanat piyasasına saldırarak olur. Onu överek veya kabullenerek değil. Boyun eğmemenin başka bir yolu var mı?

Demek ki, Türkçe sanat pratiklerinde bir iş çıkaran herkes, önce bize bakmalıdır, bizim tepkimizi önemsemelidir. Bizim duruşumuzu ve eleştirimizi, imha gücümüzü hesaba katmalıdır. Bu, sürekli üretim demek ve çok yorucu...

İşimizin kolay olduğunu düşünerek girmedik ki biz bu kavgaya. Zor tabii...