Çökmüş senaryolar pazarında sosyalizm

Avrupa yavaş yavaş Türkiye’nin gidişini görmeye başladı. Daha önce görmek istemiyorlardı, görmediler. Şimdi mecburen görüyorlar. Ve çok korkuyorlar. Neden mi?

Türkiye’nin tek başına büyük bir ateş olduğunu düşündükleri için değil. Sıçradığında her tarafı yakabileceğini ve öyle bir durumun denetlenemeyeceğini anlamaya başladıkları için.

Kendi krizi bir türlü bitmeyen AB, içeride belki sefaletin değil, ama nüfusun yüzde 90’unu içerecek şekilde yoksullaşmanın büyük bir hızla yayıldığına tanık oluyor. Buna paralel olarak da nüfusun yüzde 1’ini bile bulmayan bir kesimde, oligarkların inanılmaz boyutlarda, tarihte eşi görülmemiş bir rezillikle zenginleştiği gözleniyor. Plütokrasinin bataklığında, yerli halklar hem kendi elitlerini düşman görmeye başlıyor hem de dışarıya karşı kendi içine kapanıyor. Dolayısıyla gerici ideolojilere yeni alanlar açıyor. İşte AB oligarkları, Türkiye ve mülteci denkleminin tümüyle tersine dönebileceğini böyle bir ortamda fark etti. Yani Türkiye’ye park edilecek milyonlarca mültecinin orada kalamayacağını, hatta bunun ötesinde Türkiye halkının da AB kapılarına dayanabileceğini gördüler.

Mülteci deposu yapılmaya çalışılan Türkiye, bir mülteci ihraç merkezi halini mi alacak? O ihraç ürünleri AB metropollerinde birbiriyle mi savaşacak?

Korkunun kaynağı burada.

Özellikle hedefteki iki ülkenin medyası, Avusturya ve Alman medyası, feryat figan halktaki endişeleri paylaşmaya başladı. Sorumlu da Erdoğan olarak görülüyor. Batı veya AB nezdinde İslamcı Ankara’nın bu haliyle sürmesi mümkün değil.

Elbette Türkiye’yi ve cumhuriyetçileri çok düşündükleri için falan değil. On yıllarca Türkiye’nin parçalanması halinde AB metropollerindeki durumun reel sosyalizm ve Yugoslavya’nın parçalanması sonrasından daha farklı olmayacağına kendilerini inandırdılar. Ülkeler dağıtılır, sol cumhuriyetler yerle bir edilirken emperyalist metropoller sakin kalmıştı. Ayrıca Ortadoğu’daki dağılmadan da geçen yıla kadar pek etkilenmediler.

Ama artık durumun çok farklılaştığını görüyorlar. Yumurta kapıya dayandı. Biraz uyandılar.

O nedenle Erdoğan’a tepki, ne tepkisi, tam bir nefret bir anda ayyuka çıktı.

Bu nefretin altını bazı olaylar besliyor tabii: Özellikle 15 Temmuz sonrasında Erdoğan taraftarlarının Almanya’daki ve Avusturya’daki Türkiye kökenli nüfus üzerindeki etkisi, tedirginlik kaynağı oldu. Gerçi iddiaların tersine pek öyle önemli sayıda bir sokağa çıkış olmadı, yani Erdoğan’ın adamları Almanya ve Avusturya’da da hareketli bir kitle tabanına sahip değil. Ama bahane olarak alınıyorlar... Bir de çeşitli tepkileri tetikliyorlar. AB elitleri, Türkiye yanmaya başlayınca, kıvılcımların, kitleler halinde metropolleri de tehdit edeceği kanısına varmış olabilir. Tamam...

Tamam ve Erdoğan’ın darbe girişiminden kendi darbesini çıkardığı genel kabul görmüş görünüyor. Manşetlerde “Erdoğan darbesi” geziniyor. Türkiye kökenli 3.5 milyona yakın bir nüfusun, Erdoğan çevresinde cepheleşerek Almanya va Avusturya’daki birçok dengeyi sarsacağı kesin.

Gerçekten de, Erdoğan yanlılarının Almanya ve Avusturya’da daha da hareketlenip radikalleşmesi, bu hareketin karşıtını doğurabilir ve çok daha kitlesel, ama denetim dışı bir tuhaf muhalefet sahne alabilir. Erdoğan’ın “antidemokratik girişimlerine” tepki gösterenlerle o önlemlere sahip çıkanlar arasında başlayacak bir çatışmanın nerede biteceğini kimse bilmiyor. Bu çatışmaların kalıcılaşması asıl tehdit...

Türkiye’deki çatışmalar ve devletin paralizasyonu, milyonlarca ilave mültecinin AB, daha doğrusu Almanya, Avusturya, Hollanda, Belçika kapılarına dayanmasına yol açabilir.

Berlin ve Viyana resmen “darallarda”: Erdoğan, “despot” ve “diktatör” ilan edilir, bu yaklaşım neredeyse tüm medyada genel kabul görürken, Başbakan Angela Merkel’in Suriyeli mültecileri frenleyecek anlaşmaları, çok büyük riskler içeriyor. Burada da büyük tuzaklar yatıyor.

Bizi birinci derecede ilgilendiren mesele şu: Emperyalizm, bölgemizdeki “parçacıklar siyasetinin” ürünlerini toplamak istemiyor. Yani parçalara ayrılan Türkiye coğrafyasının, buralarda görece özerk (daha doğrusu “paralı asker”) ve bir mafya ticareti üzerinde yükselen etnik/dinci şehir devletlerinin, Avrupa sokaklarına yangın bombaları halinde milyonları dökebileceği, artık gündemde...

Genişleme döneminde Balkanları ve reel sosyalizmden dökülenleri hazmedebilen AB’nin, şimdi paramparça olmanın eşiğindeyken bu mucizeyi yineleyemeyeceği herkesin bildiği bir sır artık.

Almanca konuşulan dünya, Türkçe konuşulan dünyadan gelecek yığınsal yangın bombalarının tehdidi altında, her şeye yeniden bakmaya başlıyor. Ama çok geç...

Yoğun bir faşistleşme, içe kapanma, yabancı düşmanlığı ve islamofaşist mafya örgütlenmeleri aşamasındayız.

Sosyalizm temelinde ortaklıklar dışında hiçbir çıkış bu felaketin önünü kesemez.

Burada biraz duralım...

Bize bakınca daha rahat görüyoruz: Miting peşinde koşanlar kendilerini aldatmaya devam etsinler. Ama güneş başka yerde. Özellikle sol iddialı olanlar dinlese, iyi olur: “Biz aldanmışız yaw!” diyen liberallerden farklıysalar eğer, solun içinde 40 yıllık aldanmaların yinelenmesini siyaset diye yutturmaya çalışmasınlar... 

Sosyalizm için siyaset, sosyalizmi genişleterek, muhataplarınızı sosyalist ilkeleri benimsemeseler bile onları kabullenmek zorunda bırakarak yapılır, o ilkelerden vazgeçilerek değil. Her alana el koyarak... Israrla işçi sınıfının bağımsız, laik ve antiemperyalist iradesini gerçekleştirmeye çalışanların yüzüne “Siz de yalnızcılık oynuyorsunuz!" cehaleti serpiştirerek ve kuyruğuna takılacak kitle arayarak değil... 

Bir ara üzerinde duracağız: Sosyalizm iddiası, sizi belli ilkeler nedeniyle bazı alanlara çıkamama, bazı kesimlerle buluşamama sonucuna iter. Tabii modern sınıflar mücadelesinin sonucu oluşturduğumuz sosyalist ilkeleri ciddiye alıyorsanız.

Oligarşiye senaryo dayanmadığı, emperyal senaryoların art arda çöktüğü bir zamanda sosyalizmin tutarlılık damarı ve öngörü yeteneği pazara çıkarılamaz.

Sosyalizm yıkıcılık ve kuruculuktur; sığınak arama rehberi değil. 

Yine konuşuruz...