Boyun eğenlerin Kâbe’si: AB

Eski zamanların kolaycılıklarından, tabii eski zaman solculuğundan da yüz çevirmek, yani geçmişten bazı kullanabileceklerimizi belki yedeğe alıp ona bir bütün olarak sırtımızı dönmek, doğrudur.

Ama en doğrusu, eski zaman bilgisiyle kodlanmış düşünsel yapıları eleştirel bir süzgeçten geçirerek yeniyi kurmaktır. Genç ve gerçekten umut veren bir yoldaş yazarımızın twitter hesabına yerleştirdiği güzel çağrıyla: “Sie haben nicht die Vergangenheit zu wiederholen, sondern die Zukunft aufzubauen." Marx’ın Alman-Fransız Savaşı karmaşasında 1870 eylülündeki bir değerlendirmesinden alınan bu vurgu gerçi “Fransız işçileri” üzerine kuruludur. Ama biz, bu “cumhuriyetçi özgürlüğün verdiği araçlardan rahatça ve kararlı bir biçimde yararlanma” çağrısını, 150 yıla yakın bir zaman sonra, doğrudan  üzerimize alınmalıyız: Geçmişi yinelemek gibi bir zorunluluğumuz yok, ama geleceği kurmak zorundayız. Bunun için geçmişten bugüne uzanan bazı kazanımlardan yararlanmamak, cehalete ve birikimsizliğe övgü anlamına gelecektir. Kendimizi neden güçsüzleştirelim? Alırız. Ama geçmişe fazla yüz vermeyiz.

Ne demek mi istiyoruz?

Geçmişteki bir zaafımızdan, cumhuriyetçi çizginin bir zaafından söz ederek, şöyle başlayabiliriz:  Bugün Avrupa’yı veya Batı’yı yüceltmek, ilericiliğimizin içine sermaye zihniyetinin sokuşturduğu ölümcül çapaklardandır. Arada “Nâzım-Behice Hanım-Mahir/Deniz” sadeleştirmesiyle özetleyebileceğimiz bir istisna hariç, cumhuriyet tarihimizde köklü komünist bir siyasal-entelektüel müdahale tutmamıştır, belki o nedenle bu çapak fazlasıyla engelleyici olabilmiştir. Bu, en çok da safdil cumhuriyetçi çizginin merkez yayın organı (Cumhuriyet) ve onun en etkili ideologunda (İlhan Selçuk) göze çarpardı: Türk ilericileri uzun yıllar Avrupa’daki komünistlerin bizim komünistlerden çok ileride olduğunu düşünürlerdi. Malum, bunun farklı versiyonları bir ara Nabi Yağcı-Aydın Engin (Moskova) ile Doğu Perinçek (Pekin) cemaatlerinde de “tezahür etti”. Fakat cüretli 1960’larımızda bile yanlıştı bu Batı hayranlığı, bugün ise yanlışın çok ötesinde bir sermaye silahıdır ve günümüz devrimcileri bu bayağılığa yüz vermemeyi örgütlü bir enerjiye dönüştürmeyi başarmışlardır. Avrupa’nın, siyasetiyle ve kültürüyle, her alanda, bizden farklı ve ileride olduğu tezinden söz diyoruz.  Yok öyle bir şey.

Şimdi, neoliberal küreselleşme çağında, durum çok ama çok farklıdır. Avrupa’daki rezaletler ve bayağılıklar ile Türkiye’de rezaletler ve bayağılıklar arasında büyük farklar aramak abesle iştigaldir.  AB sermayesinin sol militanları ile Türk-Kürt sermayesinin sol militanları arasında bir entelektüel kapasite farkı kalmamıştır, tuhaf olan, solda böyle bir kapasite farkını bizde ve son dönemde ortaya çıkaran işaretlerdir. Geleceğiz...

Türk ve Kürt siyasetçileriyle AB’deki siyaset sınıfının, ki paramparçadır, arasında büyük bir fark yoktur, dedik. Var mıdır? Hegemon ülkesine bakın: Alman siyaset sınıfındaki bayağılıklarla Türk siyaset sınıfındaki bayağılıkları, Alman muhalefet sıralarındaki  iç bulandırıcı düzeysizlik ile Türk muhalefetindeki kokuşmuşluğu birbirinden ayıramazsınız. Buna rahatça Fransızları, İngilizleri ve İtalyanları da katabilirsiniz.

Bizde Aydın Engin-Can Dündar-Ufuk Uras ortalaması, ki bu diziliş “çaresiz ve çürük Türkiye solunun” genel ortalamasını verir, var da, Almanya veya Fransa ya da İngiltere’deki su başlarında bunlardan pek farklı adamlar mı var?

Hiçbir nitel fark yok. Nicel farkları da abartmayalım.

O zaman, Avrupa’yı beğenmemek, ama bunu dinci-milliyetçi bir cehalet havuzu kurmak için değil, Avrupa’nın cehalet havuzlarını burada yeniden üretmemek ve emperyalizmin gerçekçi bir resmini çıkarabilmek için yapmak mümkündür.

Recep Tayyip Erdoğan ile Angela Merkel veya François Hollande ya da şimdilerde Theresa May arasında, tarihsel-somut ortamları iyi tahlil edersek, hiç öyle nitel farklar olmadığını görürüz.

Aynı şey sol siyasette de söz konusudur.

Hadi daha ağırını söyleyelim. Sol bayağılıkta, Avrupa’nın düzeyi (daha doğrusu “düzeysizliği”)  Türkiye’deki sol Türk-Kürt bayağılığına rahmet okutacak boyutlardadır.

Önlerinde, misal, 4 Eylül mitingi gibi bir soluklanma borusu, bir temiz hava şansı da yok.

Bizdeki “Valla bi demokrasi cephe ossun da nassı olussa ossun, solcuyum diyenler hep bi birlik ossun gari”ciciler, Avrupa’daki sosyalizm iddiasını da çürütmüş soytarıların izdüşümüdür ve demek ki, devrimimiz, Avrupa’daki devrim için bir soluk alma borusu anlamına gelecektir.

Geçmişi ve Avrupa’yı yinelemek için yaşamıyoruz, geleceği kurmak için yaşıyoruz.

4 Eylül mitingleri olmayan AB ve onun yerli-yabancı döküntüleri düşünsün.

Biz cumhuriyetçiyiz, aydınlanmacıyız, ama bu ileri atılımın kuruluş yıllarındaki çapaklarını ve sermayenin rengini 100 yıl sonra kabul ettiğimiz için değil, tersine, onları yinelememek için, onları aşmak için varız.

Daha açık olsun: Bizler Türkiye’den tüm dünyaya bir insanlık dersi verilebileceğini düşündüğümüz için sosyalistiz. 4 Eylül de galiba bu iddianın mütevazı ve güncel tezahürlerinden sadece birisi.

Avrupa’ymış!  

90’lık genç Fidel küçücük bir adadan tüm insanlığa ders verdi, hâlâ da veriyor.

Biz “Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket” ile neden yapmayalım? Zaten öyle bir iddiamız yoksa, neden sol ve devrim iddiamız olsun? Aramızdan dökülenler var diye, asıl iddialarımızı satışa mı çıkaracağız? Sermayenin şu veya bu uşağı önünde takla atmak siyaset, bunu reddetmek ve bağımsız müdahaleyi aramak ise apolitiklik mi oluyor? Meraklısı oralardan “nasiplenmeye” devam edebilir.

Dağlardaki çoban ateşlerimizin sayısı, daha şimdiden, hiç de öyle az değil. Üstelik her geçen gün de çoğalıyorlar. Dediklerimiz doğru çıkıyor çünkü ve insanlar aptal değil. Görüyorlar. Çürüme ve çöküş, görme ve anlama kapasitelerimizi keskinleştirir, malum.