Bir tercüme odası: 'Metastaz'

Sezar’ın hakkı Sezar’a; ortada büyük bir rakam var: 200 bin adet basılıp dağıtıma verilmiş bir araştırmacı gazetecilik veriminden söz ediyoruz. “Metastaz”, son dönemin büyük ve hak edilmiş bir yayıncılık başarısı. İki Barışlar, Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu, sahneyi altüst etmeyi başardı; kabul edilmeli.

Çok ilgi gören, gördüğü ilginin hakkını veren, çok ses getiren, ama işlevi ve anlamı bütün bunları çok aşan kitaplardan biri. Çöken Türkiye’den alınmış parçalar üzerinde “doku incelemeleri” yapılıyor. Çöküşün nedenlerinden çok göstergelerine odaklanan, ama bu göstergelerin göz alıcılığına, aldatıcılığına kapılmayan bir çalışma. İyi.

İyi ve asıl soru galiba şu: Baskı sayısı değil sadece, bu kitabın genel havası, kaynakları ve etki alanı, tetiklediği etkinlikler, okurun kafasında yarattığı soru işaretleri bile bir dönemin sadece siyasal arenada değil, araştırmacı gazetecilik alanında da geride kaldığını ve yeni bir dönemin açıldığını göstermiyor mu?

Öyle. Öyle de, nasıl?

Metastaz, bu ciddiyet ve iddiada bir kitap olarak, şimdiden rakipsiz ve epey bir süre daha rakipsizliğini koruyabilir. “Kaht-ı rical” yöneten kıtlığıdır, malum, peki liberal sürünün tahribatını aklımızda tutarak baktığımızda itiraf etmekten kaçamadığımız bir “kaht-ı münevver” döneminden geçiyorsak eğer, biz bu patlayan merakı nasıl açıklayacağız? Yüz binlerce satan Yılmaz Özdil kitaplarını anlamak zor değil, peki ya böyle girift bir konuyu (“devleti parselleyen tarikatlar”) kitaplaştırarak 200 bin adet basılabilen bir işin büyük yankısını nasıl açıklayacağız? Yılmaz Özdil’in baskı üzerine baskı rekoru kıran üslup denemelerini, solun ciddiyetine sığdıramayız. Hazret zaten solumuza ve ilerici-devrimci-sosyalist tarihimize dost falan değil; kendi işini yapmaya, paralar kazanmaya devam etsin. Türkçülükte kırılmadık rekor bırakmasın ve mangalda da kül. Ama kantarın topuzunu kaçırsa da kitapları peynir ekmek gibi satılıyor. Bu, başka. Metastaz, başka.

Burada farklı bir olay var. Metastaz, çok başka bir öykü anlatıyor ve yarattığı yankı gerçekten umut vericidir. Biz, biraz farklı bir yerden bakıyoruz.

Bakınca da şunu görüyoruz: Kitap, Uğur Mumcu gazeteciliğinin devamıdır, doğru, ama aynı zamanda o tarzın eski haliyle sürdürülemeyeceğinin de itirafıdır. Daha açık olsun: Metastaz, içinde bulunduğumuz bu çöküş ikliminde, artık Uğur Mumcu gibi gazetecilik yapılamayacağının, ancak onu aşan bir kaynak ısrarı, ilişkiler ağı, risk cüreti ve inatla bu kulvarda sonuç alınabileceğinin ilanıdır. Mumcu merakı ve inadının aşılmasından mı söz ediyoruz? Evet: Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan, hepimiz için bir kahraman sayılan Uğur Mumcu’yu, bu kitapla tarihin içindeki soylu yerine bırakmış ve yeni bir yola girmiş bulunuyor. Neden?

Çünkü içeriden, sermayeden ve bürokrasiden bilgi veya ihbar çıkması neredeyse mümkün değil artık. Devlet tüm hücrelerine kadar İslamcılaştırılmış, tarikatlar askeri okullardaki içtima ve “cuma namazlarına” bile damgasını vurmuştur. Cumhuriyeti yıkan ve toplumu iyice ahmaklaştıran İslamcı kadrolar, tüm bürokrasideki karar vericileri hizmetlerine alarak yurttaş gazeteciliğinin de belini kırmış olduklarını biliyorlardı. Uğur Mumcu gazeteciliği Kasım 2002’den itibaren hızlı bir ölüme terk edildi. Zaten hazreti kendi oğlu bile terk etmedi mi Aziz Bey’in “aslan oğulları” gibi?.. Neyse...  

Eskiden ilerici gazeteciler, “içeriden” bilgi-belge  alabiliyordu. Şimdi ihbar bile çıktığı kuşkuludur. “İçeride” tam bir islamofaşizm egemendir ve yurttaş değil tarikat mensupları idarede veya ekonomide söz sahibidir. Sadece yukarı katlardan, yönetim düzeyinden söz etmiyoruz, orta ve alt katmanlardan da bilgi-belge-ihbar çıkmıyor. İslamcı ideoloji böyle “halkçı” da bir şey.

Kendilerini solcu diye satmayı başaran ve AKP’yi iktidar yapan liberallerin sabah akşam küfrettiği “cumhuriyet ve sert laiklik döneminde”, eskiden yani, böyle değildi. Kamuda olsun ve hatta özel sermaye kurumlarında olsun, etkili yerlerde yurttaş bilincine sahip, yurtsever, ilerici insanlar olabiliyordu; bunlar ihbar ve belgeleriyle, hatta yayına hazır dosyalarıyla, Uğur Mumcu-Altan Öymen gibi gazetecileri ve öncelikle de Cumhuriyet gazetesini besleyebiliyorlardı. Şimdi?

İçeriden bilgi sızmıyor. Kuşkusuz içsavaş yeni boyutlar kazandığında yeni bir akış başlayacak, ama şu sıralarda devletin içiyle ilgili bilgi oldukça kıt. Daha önemlisi, “kaht-ı münevver” dedik, dışarıda da, iki Barışlar gibi mangal yürekli çocukları koruyacak bir eylemli kitle ilgisi veya bürokrat ya da hukuk desteği bulunmuyor.(*) Buna rağmen sahneye Metastaz gibi bir kitap çıkabiliyor. Hegelci anlamda bir aşkınlıkla karşı karşıyayız: Saklayarak, koruyarak, yukarıya, ayağa kaldırarak aşılıyor Uğur Mumcu gazeteciliği. Biraz zorlayıp “1789’u izleyen 1917” de diyebiliriz.

Geriye başka şeyler kalıyor. Öncelikle de devamlılık. İki büyük aydınımızın “mahdumlarına” biraz önce değinmiştik, oradan el alarak yineleyelim. Mehmet Kuzulugil’in “siyasi mücadele” için ürettiği unutulmaz aforizmayı, biz Uğur Mumcu ve Aziz  Nesin’in oğullarına bakarak, aynen, gazetecilik ve edebiyat için de kabullenebiliriz: “(M)ücadelede miras babadan oğula değil, mücadele bayrağını taşıyanlardan mücadele bayrağını taşıyanlara geçer.” Özgür Mumcu’nun sırtını döndüğü Uğur Mumcu okulunun bugünkü gerçek temsilcilerinin başında bu iki genç adamın, iki Barışların geldiğini söylemek zorundayız. Şu an itibariyle, böyle.

Tabii, bunun bir başka acımasız sonucu var. Çünkü, koşullar karşılaştırıldığında, cüretinin bedelini yaşamıyla da ödemiş olsa, Uğur Mumcu’nun bugünkü koşullarda pek iş çıkaramayacağını söylemiş oluyoruz. Uğur Dündar’ın daha politikleşmiş bir versiyonuydu sanki Uğur Mumcu ve tersi: Uğur Dündar, yazı gücü pek sınırlı, televizyonda iyi resim ve ses veren, ama pek öyle büyük riskler de almayan, elbette dürüst, komünistlerle pek temas hevesi bulunmayan bir orta karar gazeteciydi. Uğur Mumcu’nun “soft” bir türüydü. Kim bilir, Uğur Mumcu alçakça katledilmeseydi eğer, belki bugün artık Uğur Dündar ile arasındaki mesafeyi onun lehine kapatmış olurdu. Uğur Dündarlaşırdı yani...

Barışlar, bu kaynak ve risk hırsını kat kat aşmış görünüyor. Bir yanlarıyla Yalçın Küçük inadı ve merakı taşıdıkları için de olabilir. Belki artık Türkiye’nin tam çöküşte olduğunu gördüklerindendir. Öyle ya, bu saatten sonra neyi, nasıl koruyacaksınız ve niye koruyacaksınız? Ortada korunacak cumhuriyet mi kaldı? Tek çare sosyalist bir cumhuriyet kurmak değil mi?

Sahne tamamen boş değil kuşkusuz.

Örneğin, konusuna vâkıf insanlar, gazeteciler hiç yok değil. İsterseniz geniş bir çerçeve çizip oraya “kâzip şöhretlerimizi”, İsmail Saymaz’ı, Kadri Gürsel’i, Yılmaz Özdil’i, Enis Berberoğlu’nu, hatta Ruşen Çakır, Murat Yetkin, Celal Başlangıç, Ahmet Nesin, Ece Temelkuran, Özgür Mumcu ve Can Dündar’ı falan sığıştırmaya çalışabilirsiniz. Bir şeyleri öğrenip anlatabilen, irili ufaklı, kimisi Avrupa’da top koşturmaya meraklı topçularımız gibi dışarıya açılmış, bazıları zenginlemiş, her durumda “solla iltisaklı” muhalif isimler bunlar. Solu kirleten isimler, diye ekleyelim. Terkoğlu ile Pehlivan’da olmayan bir şey var bunların hepsinde. Korku, 1923’e bir anomali olarak bakmak, hiç bitmeyen bir SSCB nefreti veya antikomünizm ve hep sermayenin bir koluna, özellikle de emperyalist demokrasinin kucağına oynamak, oralardan yemlenmek, o destek yoksa risk almamak ve iş yapmamak: Sermaye garanticiliği.

“Cumhuriyet ayrıcalıkların reddidir. Yurttaşların eşitliğidir. Aklın yükselişidir” diyen ve “çöküşü anlatan” iki Barış’ta işte bu yok.

Solculukta, devrimcilikte garanticiliğin olmadığını erken öğrendikleri için mi? Belki.

Bugün 6 Mayıs: Barışlar, Denizlerin vefalı, cesur ve pırıl pırıl zekâlı iki küçük kardeşidir; özgürlük yürüyüşümüzün engellenemediğine/engellenemeyeceğine günümüzden iki örnek. Bereketli topraklar üzerindeyiz gerçekten. Hainimiz ve korkağımızdan daha çok Denizlerimiz, Mahirlerimiz, Behicelerimiz var...

Gürül gürül geliyorlar.

Görmek isteyen görüyor.

Haftaya devam edeceğiz.  Ekleyeceklerimiz olacak...


(*) Daha doğrusu, bulunmuyordu. Yerel seçimlerden iki ay kadar önce çıkan Metastaz’ın, bu hareketlenme sinyalleri veren ilgiyi daha da canlandıran bir “ek enerji” olduğu söylenebilir. Ama iki Barış, böyle bir ilgi olmasaydı da “cumhuriyet enkazı” diyebileceğimiz bu sahneye müdahale edecek kadar gözü kara birer risk çocuğudur. Biliyoruz.