Berlin, Washington ve Dimyat

Böyle genellemeler her zaman risklidir, ama yinelemiş olalım: Türkiye’deki reel ekonominin ve daha az olmak üzere finans sektörünün efendisi Almanya’dır. Peki, bu ne kadar zamandır böyle?

Biz şimdiki zamandayız, ama bir asır öncesine de bakabiliriz. Prof. Dr. İlber Ortaylı’ya göre, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu babaları, yaşanan Birinci Dünya Savaşı felaketinden sonra aşırı dikkatli olmayı seçmişti. Sahibinin sesi olmayı gazetecilik sanan ve araya küçük mesafeler koyunca hem bilgisizliğini hem de sol düşmanlığını saklayabileceğini düşünen zamane cambazlarından İsmail Küçükkaya’nın sorularına verdiği yanıtları, “Tayyiban”ın göz bebeği bir büyük yayınevinde geçen yıl yayımlayan, nedense solumuza pek tepkili ve maalesef tam bir sol cahili Prof. Dr. Ortaylı, cumhuriyet ricalinin Almanya ile ilişkisini şu sözlerle yorumluyor:

“Hiçbir zaman da insanlar Almanya ile çok sıkı fıkı olmamışlardır. Birinci Cihan Harbi’nin hataları, onları bu konuda çok tedbirli olmaya sevk etti. Hiçbir zaman dizginleri onların eline verecekleri bir ittifak söz konusu değildir.”

Bu kitaba ve Ortaylı’ya belki Kitap ekimizde döneceğiz. Geleceğimiz yer şu: Eğer, umutsuzca “zinde güçlere” seslenmeye çalışan ve burada “Çöküş”e karşı bir refleks bulacağına inanan, bize uzak, ama hep iyi yürekli hep kavgacı hocamız Yalçın Küçük’ün deyimiyle, “kurmay sınıfı sınıfta kalmışsa”, bu sınıfın reel ekonominin sahiplerinin nihai söz hakkına sahip olduğunu anlaması mümkün olabilir mi? Sermaye ve/veya yönetenlerin cehaleti, bizim gerçekliğe ve hakikate gözlerimizi kapatmamızı gerektirmez. Türk ekonomisinin en büyük dış partnerine dizginler başka nasıl teslim edilir ki? Alan alacağını çoktan almış.

Asıl derdimize buradan geçiş yapabiliriz: Orta Avrupa’dan İran’a kadar geniş bir koridora ekonomik gücüyle el koymuş ve bu koridordaki en büyük Batı demokrasisi olarak kendini kanıtlamış Almanya, Kuzey Irak ve Suriye’deki yeni oluşumlara müdahale etmek zorunda. Bölgenin en önemli ekonomik gücünün, Türkiye’yi törpüleyecek bir Kürt devletine kol kanat germeyeceği düşünülemez. Çünkü Berlin’in 100 yıl önceki hesapları değişmemiş olamaz. Osmanlı’nın bütünlüğünde ısrardan ne çıktığını görmüşlerdi, bugün bu Türkiye’nin bütünlüğünde ısrardan neler çıkabileceğini, yani kapitalist Türkiye’nin devam edemeyeceğini iyice anlamış durumdalar.

Dolayısıyla Kürt Konferansı öncesinde, Federal Kalkınma Bakanı Dirk Niebel’in “Kürdistan Özerk Bölgesi”ne bu ayın ilk günlerindeki ziyareti de bir sinyaldir. Berlin’in bu yeni oluşumda federatif bir Türkiye hesapları okumaya çalıştığını ileri sürenler var çok da haksız sayılmazlar. Alman siyaset sınıfının, Ankara’daki İslamcı iktidara “Valla tecavüz kaçınılmaz, siz zevk almaya bakın, milleti de alıştırın” mesajı verdiği söylenebilir. Ama haklarını yemeyelim, çok dikkatliler.

Washington, bölgedeki denetimi elinden kaçırmıştır. Berlin ise asırlık bir mesafeden bakarak bu bölgeye eski akılla girmeyecek kadar deneyimli. Solu bile adam etmiş durumda. İstisnalar elbette var, ama solculuk etiketini iğfal etmeyi sürdüren ağırlıklı çevrelerin, Alman büyük sermayesinin oryantal/oryantalist planlarına “demokrasi” adına enerji aktarmakla meşgul olduğu gözlerden kaçmıyor. Bir asır gecikmiş bir Hilferding veya Hobson resmi veren Colin Crouch’un kavramlaştırmasıyla ve ondan çok farklı bir anlamda kullanacağımız “postdemokrasi”nin Alman solunu sarmış militanları sosyalist bir Türkiye düşmanlığında sınır tanımıyorlar ve bunu Berlin’e oynayarak yapıyorlar. Dimyat’a pirince gidiyorlar.

Hazretler yükselen gücü mü görüyorlar ne?