Batı’nın yeni piyadeleri

Soralım. Kısa bir süre önce Ethem Dinçer’in kaleme aldığı ve Notabene Yayınları’nın bastığı “Sizin Veysel“ kitabının satırlarından kafamızı kaldırarak, Veysel ve arkadaşlarının tertemiz anısını bunlarla kirletmemek için de özel bir itinayla, soralım: Utanırlar mı?

Yüzleri kızarır mı?

Kürt düşmanı Türkçülerden, İslamcılar ve/veya bunların “mütemmim cüzü” NATO’cu kemalistlerden söz ediyoruz: Gencecik devrimcileri karanlık sokaklarda pusuya düşürenlerden, işkencehanelerde devrimci sendikacıları ve öğrencileri katledenlerden... “Bağımsız Türkiye” diye bağırdığı, bu yolda devrimci bir politika yapmazsa ülkesinin yıkılacağını düşündüğü için tehlikeli ilan edip zindanlarda yaşamlarını kararttıkları insanları kaybetmeye çalışanlardan... Bunu “resmen” yapanlardan... Her durumda Türkiye solcularını bire kadar kırma kararlığı gösterenlerden... Hele hele, son dönemde artık gereksizleştikleri için kenara veya Balyoz’la Ergenekon’la cezaevlerine atılan bağımsızlık ve sosyalizm düşmanlarından... Sol kemalizm adına Kürt düşmanlığından ya da Kürt inkarcılığından asla vazgeçmeyenlerden söz ediyoruz...

Özellikle de, Merdan Yanardağ’ın uzun süredir altını çizdiği, hani şu limon gibi sıkılıp zindana veya bir köşeye atılan üniformalı “sağ kemalistleri” hatırlatıyoruz...
NATO ve Batı’yı demokrasi diye yutup yutturanları...

Bunlar utanırlar mı?

En etkili bir Batı gazetesi olan Frankfurter Allgemeine Zeitung’da, yeni durum, artık açıkça Batı’nın yeni piyadesi için silah sevkıyatı yapılacağı (“Waffen für die Infanterie des Westens”) vurgusuyla yorumlanırken, Türkçülük ve İslamcılık ağından kurtulamayan -solu dahil- Türk siyasetinden böyle bir algı kapasitesi beklemek iyimserlik olur. Hatırlamak zor değil: İlhan Selçuk gibi bir isim bile, Washington ve Berlin-Paris hattına “Biz bu İslamcılardan daha iyi bekçiyiz” diye Batı’ya güvence vermeye çalışmış ve böylece bağımsız ve laik bir Türkiye’nin korunabileceğini düşünmüştü. Olmadı tabii. Hepsi çöktü ve bitirildi. Hiç algılayamadılar. Gözlerini komünizm düşmanlığıyla birlikte artık her türlü mantığı yitirmiş gözü kara bir Kürt düşmanlığı bürümüştü... Bu çevrelerin, Batı’nın şimdilerde de Barzani’nin korucularına “bizim yeni piyadeler” gözüyle bakmasının mantıki sonuçlarını kavramasını bekleyemeyiz.

Devrimci odakları 35-40 yıldır ABD ve Avrupa’nın emirlerini yerine getirmek için imha edenlerin, bu hırslarıyla bugünkü felaketi bizzat hazırladıklarını anlamaları mümkün olamaz.

Peki, ne oluyor?

Srebrenitsa provokasyonundan sonra ne oluyorsa, o.

Federal Almanya Kalkınma Yardımı Bakanı Gerd Müller, İslam Devleti kasaplarının önünü artık sadece Barzanici Kürtlerin kesebileceğini, dolayısıyla bölgenin silahlandırılması gerektiğini kaydetti hafta sonunda. Bölgeye Alman askerleri gönderilmeyecek. Gerek de yok, çünkü Alman silah ve gereçleriyle donatılmış Barzani hizmetkârı peşmergelerin İslamcı katillerin önünü kesebilecek kadar güçlü olduğuna inanılıyor. Bölgedeki Batı çıkarlarının etkili savunucuları rolünü, Barzaniciler bizdeki NATO’culardan kapmaya başlamıştır artık. Birinci Cumhuriyet’ten arta kalan NATO’cuların bu “Kürt kuma”nedeniyle ağır bir depresyona girmesi muhtemel. Ama olmayabilir de. Belkemikleri kırılalı çok oldu çünkü.

Her durumda eski oyunun tümüyle bittiği ilan ediliyor.

Yeni bir durumdayız. Devrimci durumdayız.

* * *

Olan, belki biraz da şudur: Türkiye’nin çok uzun bir süredir Alman iç politikasının tamamlayıcı bir unsuru olduğunu yazıp söylüyorduk. Son itiraflar veya açığa çıkan eski hesaplar da bunu doğruluyor. Peki ya tersi? Yani Almanya’nın bir bütün olarak Türkiye için bir iç politika unsuru olduğu söylenemez mi? Öyledir.
A diyen B’yi de telaffuz etmek zorundadır. Özellikle Türkiye-Almanya ilişkilerinde bu, çok daha fazla böyle.

Ancak gizleniyor.

Gizlenmesine gerek kalmayanlar da var: Geçen hafta boyunca yapılan açıklamalar, ki Alman istihbaratının Türkiye’yi iyice bir dinlediği de itiraf edilmiş oldu, Berlin’in, birbirinden uzaklaşan Türk ve Kürt politikaları geliştirdiğini gösterdi. Berlin, yakında dünyanın bağımsız devletler ailesi içindeki yerini alacağı anlaşılan Irak’taki Kürt (veya on yılı aşkın bir süre önce ilk kez soL bünyesinde kullandığımız “Barzanistan-Talabanistan”) coğrafyasına, ABD’nin dışında ama onunla fazla çelişmeyen bir önem verdiğini duyurdu. Bu “Barzani Cumhuriyeti”nin askeri altyapısının, tıpkı ekonomik altyapısı gibi, Almanya damgalı olacağı anlaşıldı.

Bu arada haftalık sağ eğilimli dergi Focus’ta önceki gün çıkan ve devam ettirilen bir haberde, Almanya’nın Türkiye’yi 1976’dan beri dinlediğine de dikkat çekildi. Zaten biliniyordu ve bu tarih muhtemelen çok daha gerilere gidecektir. Nasıl gitmesin? Sadece Alman devi Siemens’in, 1856’da Telgraf İdaresi’nin kuruluşundan beri bu topraklarda faaliyet gösterdiği biliniyor. Siemens’in bugün parmağının olmadığı bir sinyalizasyon sistemi, enerji, altyapı, sağlık sektörü var mı Türkiye’de? Türkiye kaynaklı müşterilerden Ekim 2012- Ekim 2013 döneminde gelen sipariş tutarı 1.4 milyar avro. Hızlı trenlerde, tıbbi ürünlerde, elektrik-elektronik montaj sanayilerinde, türbinlerde vs. Siemens ağırlığı malum. Sadece çimento sektöründeki tesislerin yüzde 70’ini Siemens ürün ve işlemlerinin oluşturması bile bir fikir verebilir. Dikkat: Tek bir markadan söz ediyoruz. Almanya, yatırım yaptığı böyle bir ülkenin her ayrıntısını dinlemeden ekonomik faaliyette bulunabilir mi? Erdoğan olsun Barzani olsun, fark etmez, yönetici hanedan üyelerinin mali kaynaklarını, örneğin hangi ülkedeki hangi bankalarda ne kadar hesapları olduğunu bilmeden, Berlin, hiç Alman sermayesinin çıkarlarını koruyabilir mi? Bu bilgiler olmadan iktisadi faaliyet olabilir mi?

Ayrıca bir şeyi unutmayalım. Helmut Schmidt’in, 1970’lerin başında sol hareketlerin yükseldiği Portekiz, İspanya ve Türkiye’de, bu sol hareketlere karşı kullanılmak üzere örtülü ödenekten milyonlarca mark gönderdiğini, bunların kapalı çantalarla Türkiye’de de elden teslim edildiğini, bu işlerin kahramanları kitaplar yazarak ama somut isim ve adresleri gizleyerek duyurdular. Asırlık politikacı Schmidt’ten bu konuda hiçbir yalanlama gelmedi, ama kendisinden somut bilgiler çıkmayacağını herhalde eklemeye gerek yok. Böyle bir ilginin yakın takibe dönüşmemesi mümkün olabilir mi? Solu ezmeleri için Türkiye’ye gönderilen ve dağıtıma giren Alman Marklarının arkasının bırakıldığını kim düşünebilir?

Gerçekten de, küresel dünyamıza egemen emperyalist ilişkiler ağının başka bir anlamı olabileceğine ya safdil (aklını metafizik bir demokrasi tanrısıyla bozmuş olan) “demokratlar” ya da gözünü karartmış din-milliyet satıcıları inanabilir. Neden inanmasınlar? Demokrasinin eninde sonunda bir şirket ideolojisi olduğunu bunların tutumlarında gözlemek zor değil.

Ama mesele de bunlar değil.

Mesele, artık bazılarını herkesin bildiğin sırların böyle sereserpe ortaya dökülmesi ve kimsenin gizlilik gibi bir endişeye sahip olmaması. Buna bir yanıt bulmak gerek. Bu acil şeffaflığa bir gerekçe bulmak gerek. Cep telefonu bile ABD’nin dinlemesinde olan Almanya Başbakanı Angela Merkel’in Türkiye’yi, eski sosyal demokrat başbakanlar Helmut Schmidt ve Gerhard Schröder çizgisinde geliştirilmiş politikaların mantıki bir sonucu olarak yakın takipte tutması ve bunun ilan edilmesi, neden bir sorun çıkarmıyor? Neden herhangi bir diplomatik sürtüşmeye tanık olmuyoruz?

Dinlenen Merkel ve Berlin Washington’a nasıl davrandıysa, dinlenen Ankara da Berlin’e aynı şekilde davrandı. Berlin’in hesapları ayrı, ama tüm duyarlı noktaları törpülenmiş, uşaklık, dincilik ve demokratlığın yegane siyasi meslek sayıldığı bir Türkiye’de, tepki gösterebilecek bir sinir ucu kalmış olamaz. Yutacaklar.

Demek ki, Srebrenitsa sonrasındaki Yugoslavya aşamasındayız. Felaketimizi hazırlayan NATO’cu ve Türkçü demokratlar ne kadar övünseler azdır. Veysellerimizi idam diye katledip kaybedenlerin bazıları, şu sıralarda iç hesaplaşmalar nedeniyle birbirlerine girmiş gibidirler. Barışırlar. Bunların kavgaları sessiz, sevişmeleri ise kanlı olur, biliyoruz.

Ama o idam ve kayıpların, aslında Türkiye’nin kaybedilmesi için yapıldığını da biliyoruz.

O halde, tekrar başa dönelim: Ethem Dinçer’in “Sizin Veysel” kitabı, bu soruya da yanıtlar içeren, aslında Türklerin ve Kürtlerin yeniden ama bu kez tam boy esir alınmasını hazırlayan uluslararası komplolarla bağlantılı bir direniş öyküsüdür. Teslim olmayanların hiç ölmediğini, katillerin ise uşak emekliler/cellatlar olarak bu ülkenin enkazı altında kalacağını gösteren bir öykü.

Batan Türkiye’ye rağmen bitmeyen umudumuzun öyküsü...