Avrupa Parlamentosu seçimlerinde eriyen ne?

“Reis ülkesindeki” parlamentoyla (Ankara), demokratik AB’nin parlamentosu (Brüksel-Strasbourg) birbirinden çok mu farklı gerçekten? 

Sandık oyunu, isteyen “demokrasi oyunu” da diyebilir, AB bünyesinde bekleneni verdi. Dün sona eren Avrupa Parlamentosu seçimlerinden eriyen kitle partileri ve özellikle AB’nin hegemon ülkesi Almanya’da sistemin ana taşıyıcı kolonu haline gelen Yeşiller çıktı. Kuşkusuz Fransa, İtalya, Macaristan, Polonya’da faşizmle yakın akraba sağ popülistler de çıktı. 

Tamam, bir dönemin kitle partileri hızla eriyor ve bunun geri dönüşü bulunmuyor, gördük, ama bunlardan daha önemlisi galiba şu: Parlamentonun veya temsili demokrasi denilen oyunun sistemik bir önemi bulunmuyor. Sistemik önem? Evet, parlamenter sistem, içinden yeni taşıyıcı kolonlar çıkarıyor ve eskileri tasfiye edebiliyor; böylece serbest piyasa ekonomisi varlığını koruyor. Zaten Avrupa parlamentosu Avrupa siyasetinde önemli bir ağırlığa sahip değil. 

Peki, bunun Türkiye’den ve onun pek işlevsel parlamentosundan farkı nerede? 

Yok. 

Arada bir fark yok. Ankara’daki parlamento ile Brüksel-Strasbourg hattındaki parlamentonun birbirinden bir farkı yok. Avrupa’nın başında bir “reis” bulunmuyor belki, tek fark bu. Çünkü sermaye, en azından şimdilik, tarihsel sürecin bir sonucu olarak, Avrupa’da reisliğe vs. ihtiyaç duymuyor. Dolayısıyla, rahatça bir dönemi taşıyan en kitlesel partileri eritebiliyor. 

Eriyen eski kitle partileri ve nevzuhur partiler, bakıldığında, birbirlerinden farklı değiller. Yıpranan yüzlerin ekrandan alınması gibi bir şey yaşanıyor siyaset sahnesinde. Eski kitle partileri eriyor, ama yerlerine yenileri, ama bu kez birkaç parça halinde geliyor. 

Parça parça, hep birlikte, Avrupa kapitalizminin parçalı kitle partisini oluşturuyorlar. 

Bunlar da, son çözümlemede pek o kadar önemli değil. 

Önemli olan, Avrupa Birliği’nden kârlı çıkanların bile bir şaşkınlık yaşamaları, ekonomik krizde olanlar siyasal alternatifler çıkaramazken, ekonomik açıdan “başarılı” olanların (Almanya, Avusturya, Hollanda vs.) siyasi sıkıntılar yaşamaları. İşsizliğin taban, ihracat ve bütçe fazlasının tavan yaptığı ülkelerde, yöneten partilerin erimesini neyle açıklayabilir AB meftunu “solcular”? Bilemiyoruz. 

Avrupa’nın krizli kenarından söz ettik: Komşudaki Çipras kepazeliği beklenen sonuna doğru yürüyor. Sorun orada değil, burada: Türkiye’den solculuk adına bu rezaleti göklere çıkaranlar, şimdilerde sorgusuz sualsiz İmamoğlu şakşakçılığı yapanlar, nereye gitti? Çipras, ülkesini satan siyasetçilerden biridir, başından beri söylüyorduk, oradaki komünistler de bağırıyordu, iyi, iyi de buradaki şakşakçılar nerede? 

Avrupa Birliği, tüm kurumsallığıyla kirli bir oyunun diğer adı. Sandıkları da öyle. Galiba asıl sorun, sosyalizmin doğduğu kıtanın bugün sosyalizmsiz kalmasıdır. Birkaç oluşumu, komşudaki YKP başta olmak üzere, bir yana bırakırsak, darmaduman olmuş bir kıtada, merkezdeki zenginler bile yönetme güçlüğü çekerken, ortada kayda değer bir işçi sınıfı partisi ve onunla iletişim içinde aşkın bir aydın hareketi bulunmuyor. Bazı ciddiye alınması gereken sol hareketler, hatta partiler hiç yok değil, ama Doğu Avrupa ve Güney Avrupa kaynarken, bu coğrafyalardaki büyük ekonomiler bile art arda kırılırken, buralardan sol bir aşkınlık ve iktidar alternatifi çıkmıyor. Çıkanlar, kendisi müfrit bir sistem payandası olan Çipras’ın payandaları. Birkaç yıl kullanılıp sıkılan limonlar yani. Halkın gazını alıp ülkeyi-ekonomiyi sağın, hatta faşizmin eline bırakma senaryosu. 

Merkezde ciddi bir tıkanma yaşanıyor oysa. İhracat ve bütçe fazlası vererek dünyanın bu alandaki ilk ülkeleri arasında yer alan başkentlerde siyaset kazanı giderek daha hızlı kaynıyor. Zenginlerden söz ediyoruz: Hani sanki neredeyse herkes, özellikle de zenginler, o eski ve unutulmuş arabesk şarkıyı (“parayla saadet olmaz”) yaşıyor. Parasal birikim siyasal istikrar doğuramıyor. 

Ne mi demek istiyoruz?

Şunu: Doğu ve Güney Avrupa cayır cayır yanıyor. İtalya battığı anda Fransa ve Almanya’yı da beraberinde çekecek ve tüm Avrupa karanlığa gömülecek. Bertelsmann Vakfı, yeni bir araştırmasında Almanya’nın AB iç pazarından her yıl 86 milyar avro tutarında bir kazanç sağladığını itiraf etti. Şubat ayında da Centrum für Europäische Politik (“cep”), AB’nin ortak para birimi dolaşıma girdiğinden beri Berlin’e 1,9 trilyon avro getirdiğini, ama aynı sürecin İtalya’ya 4,3 trilyon avroya mal olduğunu,yani Roma’nın zarar hanesine 4,3 trilyon avro yazıldığını ilan etmişti. AB’deki yaklaşık her dört kişiden biri yoksulluk ve toplumsal dışlanma tehdidi altında yaşıyor. 

Biz, böyle bir ortamda aşkın bir sosyalist örgütlenmeye, iktidar şansı olan entelektüel bir duruşa rastlayamıyoruz. Emperyalist demokrasinin entelektüel dinamizmi mi, solun entelektüel-siyasal mıymıntılığı veya geçmişin gölgesinde uyuyup büyük karanlığa uyanması mı? 

Kaotik bir istikrar bu. Sosyalizmsizlik, eninde sonunda, bir tür istikrardır. Ortam ne kadar karışık, sistem ne kadar tıkanık olursa olsun. 

Sosyalizm aşkın renkleriyle, “reel” geçmişinden aldığı gücü yeniden harmanlayarak genç ve kriz kuşaklarının önüne bir seçenek olarak getirilmedikçe, bu kaotik istikrar savaşlara da neden olsa, sistem bir denge bulur. Kapitalizmin yaşama kudretini en iyi anlatan filmler "Alien” dizisi değil miydi? Hani uzay gemisinde şu bir türlü yok edilemeyen “yaratık”?

Merkezden bir şey çıkmaz. Devrim kelebeği bizim coğrafyada. Zengin merkezin sol diye türettiği bayağılıkların bizdeki aşkın devrimci ataklara bulaştırılmaması önemli bir kazanım olacaktır. Hep söyleriz ve bu 27 Mayıs’ta da yinelemiş olalım: Bu AB zenginlerinin batağından sola ekmek hiç çıkmaz. Sorun, bu bataklığın, kurutulamasa bile, etki alanını daraltmanın neden bir özgürleşme ve eşitlik atılımı olacağını, genç kuşaklara anlatabilmekte. Onların gündemine sosyalizmle girebilmekte... 

Merkezde bunu yapabilecek kişi ve kurum şimdilik yok. AB’nin zenginleri, bağımlı ülkelerdeki gerçekten devrimci arayışları çürütecek “sivil” aşılar yapmakla meşgul. Peki.