'Anomalistler' ve devrimciler

Tümü “anomalist” bunların: Dincisi, milliyetçisi, ulusalcısı, sol liberali, sosyal demokratı... Hepsi. Karşılarında, sadece sosyalizm (Sovyetler Birliği) sayesinde tarih sahnesine çıkabilmiş Türkiye Cumhuriyeti’nin 100’ncü yılına doğru çöktüğünü, bu coğrafyada yaşayan halkın varlığını korumak için önce asalak Türkiye burjuvazisinden kurtulması ve sosyalist bir kuruluşa geçiş yapması gerektiğini savunan sol devrimciler, sosyalistler, yani komünistler var. Bunlar, bir tarihsel meşruiyeti, “normaliteyi” temsil ediyor.

Anomalistler bize karşı.

Biz onlara karşıyız.

Bu bir çöküş tablosudur, küçük ihtimalli bir yeniden doğum şansı da içeriyor. Tabii sosyalizm zemininde...

“Türkiye coğrafyası bir parçalanma sürecindedir, burjuva devleti çözülmüştür, geriye dönüş yoktur, Türkiye halkının üzerindeki bu felaketten sadece sosyalizmle bir çıkış mümkündür, bunun öncesinde sosyalizmden bağımsız hiçbir bir aşama bulunmuyor” diyenler, “1923 Projesi”ni tıpkı 1789 gibi tarihsel bir meşruiyet olarak gördüklerinden ve Türkiye topraklarındaki ilerici akışın şimdiye kadarki en büyük adımı saydıklarından hedef oluyorlar. 

Daha açık olsun: “Anomalistler”, Türkiye’nin tarihsel meşruiyetinden doğmuş ve beraberinde getirdiği özgürleştirici, eşitleştirici, kısaca topraklarımızdaki ilerici değerleri sosyalizmle canlandırmaya çalışan insanlara düşman kadroların toptan adıdır. Türkiye ilerici hareketi, tüm tarihiyle bir “anomalidir” bunlara göre. Dinci, milliyetçi, ulusalcı, liberal vs. tüm versiyonlarıyla solun bir kesimini de etkisi altına almamış olduğu söylenemez. Hem sosyalizm diyen hem de bu kepazeliğin bir parçası olmayı kabullenen ve Türkiye’nin varlık nedenlerini reddederek “saf antifaşist cephelerde” iş yapacağını sananların, yani bizzat kendisine düşman kadroların alnındaki damga, diyelim.

Anomalistler, bu ülkenin ezici çoğunluğunu oluşturuyor. Korkunç bir ağırlıkları var. Ama çöküşün de sahipleridirler. Her çöküş böyle bir dengesizlik ortamında boy verir zaten. Normaldir. Ama..

Ama şimdi yüzeysel bir biçimde anlatacağımız, tüm partiler içinde belki en anlamsız olanından bir sahnedir: Almanya’nın güneyinde esnaflarla bir araya gelen bu partinin dış bürolar sorumlusu, artık nasıl bir şey ve nasıl bir görevse, zengin bir otelde demokrat Türk esnafın davetinde söz alıyor. Herkes sus pus dinliyor. Ne kadar önemli ve ne kadar etkili muhalefet yaptıklarını anlatıyor hazret, muhtemelen. Sonra kendisine soru sorulması isteniyor. Kimseden çıt yok. Bir yerel gazeteci, davetlilerin suskunluğundan cesaret alarak olmalı, kalkıp bir soru yöneltiyor. Masum bir soru: Partisinin İslamcı bir cumhurbaşkanı adayı bulmasından tutup aylarca koalisyon diye tuhaf görüşmelerle oyalanabilmesini, ülke çökerken ne zaman direnç göstereceklerini içeren bu soruda, parti üstyönetiminin herhangi bir özeleştiri yapmadığı, kamuoyunun yeterince bilgilendirilmediği, bunun sonuçları olup olmayacağı, herhangi bir adım atmayı düşünüp düşünmedikleri de yer alınca, bu “üstyönetim silahşoru”, açıyor ağzını yumuyor gözünü. Ayrıntıları da var, ama hadi şöyle özetleyelim terbiyeli bir dille: Her şeyi yapılması gerektiği gibi yaptıklarını, sorunları çözdüklerini falan söylemeye çalışıyor, parti içi tartışmaların da geride kaldığını anlatıyor... O gazeteciyi yerin dibine batırıp batırıp çıkarmayı tabii ihmal etmiyor. Ta ki, temsil ettiği parti tabanının çok yakından izlediği etkili bir haber sitesinde bu söylediklerinin aynen çıkabileceği kendisine hatırlatılıncaya kadar. Bu hazretin ve şebekesinin sonraki girişimleri ayrı bir haber konusudur ve bizim dünyamızın baş sorunu değildir.

Zaten söylemek istediğimiz de o değildir.

Şudur:  O sessiz izleyiciler, davetliler, partisinin bu dış bürolar aslanına usturuplu bir biçimde kafa tutmaya başlıyorlar. Özellikle “Ekmeleddin Vak’ası”nı gündeme getirip, ısrarla bu partinin seçmene bir itiraf ve özür borcu olduğunu falan söylüyorlar. Suskun kalabalık, kendisinin adam yerine konulmadığını, bu paralı kadroya yüksek sesle hatırlatmış oluyor. Neyse... Adam şaşkındır. Ayaklarının altındaki toprağın resmen çekildiğine tanık olmaktadır. Şaşkınlığını ve çaresizliğini bir anda yüzünden okumak mümkün oluyor.

Tıpkı Sidney Lumet’in o unutulmaz “12 Öfkeli Adam” (12 Angry Men) filmi gibi, değil mi?

Biri çıkar ve bu üzerinde herkesin uzlaştığı senaryoya küçük bir itirazda bulunur, masum bir soru sorar. O sapasağlam görünen yapı, o ezici “consensus”a dayalı cephe, önce yavaş yavaş, sonra bir anda çözülmeye başlar. Çöker. Victor Hugo’ya atfedilen “Zamanı yavaş yavaş gelen bir fikirden daha güçlü hiçbir şey yoktur” saptamasına, tarihte hiçbir ordunun zamanı gelmiş bir fikrin önüne geçemeyeceği gerçeğine, bir kez daha tanık oluruz.

Tarih böyle bir şeydir.

Aydın böyle bir şeydir.

Gerici şebeke böyledir ve işçi sınıfı partisi dediğimiz şey de buradadır.

Anomalistler ezici çoğunluğu da temsil etse, biz, işte tam da bu felaketin içindeki 12’nci adamız veya kadınız: Parti.  

Çöküşün ve felaketimizin tek ilacı buradan çıkacaktır.

İşçi sınıfımızın ve onun aydın kadrolarının tarihsel rolünü,  şu veya bu “yeni sosyal hışırtının/öksürüğün” arkasında koşuşturmakta arayanların, bu “kirli cilveleri” siyaset, uyarıları da “steril siyaset” sayanların, kendisini en fazla üç-beş bin kişilik bir oyunun parçası kabul edenlerin ve böyle bir aşağılık kompleksiyle de her türlü tasfiyeciliğe “içeriden çanak tutanların” hezeyanlarıyla karıştırmayalım.

“İstanbul’da 22 Ocak’ta Türkiye’yi ve Türkiye sosyalizmini tasfiye etmeyi tek siyaset sananlara karşı güçlü bir işaret verileceği” umudumuzu yineleyelim: Çok kısa bir zaman kesiti için bizim böyle acımasız bir “jürideki 12’nci adam” rolümüz var. Utanacak değiliz.

Utananlar, tasfiyeciler galasında kendine yer beğenebilir. Yer mi yok? 100 yıl kadar önce de şaşırmamıştık içimizden çıkan ve sosyalizmin tek temsilcisi sayılan Kautsky’yi Bernstein’ın ardından hak ettiği yere gömerken. Gorbilerin günümüz versiyonlarına mı şaşıracağız? Ayrılar ayrı yere. Günümüz Kautsky’leri de...

Elbette gerekirse ortak işler yapabiliriz. Ama biz size benzemeyeceğiz. Şimdi anomalistler ve onların sosyalizm içindeki takipçileriyle ayrılığımızın altını bir kez daha çizelim de...