AB’de tsunami beklentisi

Kimse açıkça ifade edemiyor, ama Avrupa pek beklemediği ve oligarkların da hiç istemediği bir cepheleşme yolunda. Şimdilik belki çok düşük yoğunlukta ve belli belirsiz seyrediyor. Ama ileride, büyük çoğunluk ile çok küçük azınlık arasında geçeceği anlaşılan bir içsavaş görünüyor. Sinyaller bu yönde. Ne Avrupa Birliği ne de onun merkezindeki hegemon Almanya, bu taraflaşmayı itiraf edebilecek, çözümler bulacak, emekçi yığınları sakinleştirebilecek bir siyaset sınıfına sahip. Neoliberal cinnet, cennetini elinden bırakmaya hiç niyetli değil.

Ortada bir çözüm programı olmadığını, beş-altı gün sonra Atina’dan başlayarak daha net göreceğiz.

Meselenin temelinde, hızla yayılan bir yoksullaşma ve tarihte misli görülmemiş bir servet yığışması var. Merkezde tam bir sefalet hüküm sürüyor diyemeyiz, örneğin Almanya’da 6-7 milyonluk gerçek işsiz rakamlarını taşıyabilecek bir sosyal sistem var. Henüz çökmedi. Fakat makyajlı rakamların arkasındaki gerçek sayılara bakıldığında, bu kadar çok işsiz ve muhtaçla, Almanya’nın 82 yıl önce, Ahmet Haşim’in deyimiyle bir “içi kurtlu pembe ve büyük elma”  halinde Hitler’in eline düştüğünü hatırlamamak olmaz.

Plütokratların pervasızlığına paralel bir yoksullaşma tüm hızıyla sürüyor ve bu, kenarlara, mesela Doğu Avrupa’daki eski sosyalist ülkelere atılmış bir sefalet kadar olmasa bile Berlin-Paris-Brüksel hattı gibi “merkez bünyede” de ağır tahribat yaratıyor. Toplumlar sallanıyor. Şeriatçı katillerin, o unutulmaz Wolinski gibi, silahsız 80 yaşındaki komünist karikatürist ve çalışma arkadaşlarını topluca katletmesi önemli bir işarettir. Ortam, böyle katiller ve katliamları için olgunlaşıyor.  

Almanya, daha doğrusu Alman plütokratları geride kalan Avrupa’nın sırtından inanılmaz ölçülerde semirmiş durumda. Piyasalar avro ve dolar cinsinden karşılıksız trilyonlara boğuldu. Bu semirmenin ve sömürmenin yol açtığı kanserojen şişkinliğin sonuçları ağır olacak. “Crash” denilen çöküşün ne zaman gerçekleşeceğini bilmiyoruz, ama her gün bir şeyler değişiyor. Küçük küçük... Mesela hafta içinde İsviçre avro karşısındaki önlemleriyle bir mesaj vermiş oldu. Frankfurt’taki yeni dev gökdeleninde çalışmaya başlayan Avrupa Merkez Bankası (ECB) Başkanı Mario Draghi, ki son mülakatlarında “68’in ılımlı liberal solcularından olduğunu” hatırlatmayı da ihmal etmemeye başladı, bankanın bilançosunu en az 2 trilyon avro daha şişirecek, yani dünya piyasalarını yeniden paraya boğacak bir kararı (“devlet tahvilleri satın alma”) bu hafta kesinleştiriyor. Engeli kalmadı. İsviçre Merkez Bankası (SNB) resmen “panik oldu” ve avro ile İsviçre Frankı arasındaki çapayı (“alt sınırı”) kaldırıp avro karşısında dalgalanmayı seçti. Royal Bank of Scotland, bu son Draghi macerasının ECB bilançosuna 4500 milyar avroluk bir şişkinlik armağan edebileceği görüşünde.

Bunlar korkunç rakamlar ve eli kulağındaki depremin veya tsunaminin boyutları hakkında bir fikir verebiliyor.

Böyle bir arenada Dresden’de patlayan “Pegida” türü hareketlerin tüm Avrupa’ya yayılmaması mümkün değil. Ama bu hareketin her zaman ve her yerde hain liberal solun diliyle anlaşılamayacağı da açık. Şu anda, bir refah şovenizminin “Rusya ile dostluk” talepleri eşliğinde kitleselleştiği gözleniyor. Mutlaka benzetmek gerekirse ve biraz zorlayarak, Perinçek hareketinin Türkiye’de yapmaya çalıştığı ve pek de yapamadıklarını, Almanya’dan başlayarak Orta Avrupa ülkelerinde yapmaya çalışanlar olduğunu söyleyebiliriz. Almanya’dakiler İslamcılığa karşı olduklarını, İslam’a da kuşkuyla baktıklarını gizlemiyorlar. Bu harekette Ufuk Söylemez, Hüsamettin Cindoruk, Yaşar Okuyanların Alman versiyonlarından yeterince var; doğru. Ama NATO ve ABD üsleri karşıtı, Rusya ile mutlak bir barıştan yana bazı solcular da var. Bunlar Pegida’da sağcıların varlığını kabul ediyor, ama hareketin sağ bir hareket olmadığını savunuyor. Neoliberal tezlere bir alerjisi olmayan, ama avro karşıtı yeni parti AfD açıkça Pegida yanlısı mesela. İş, karışıyor.

Temel mesele son derece sınıfsal aslında: Yoksullaşma ve az sayıda zenginin elindeki servet, korkunç boyutlarda artıyor ve zengin azınlıkla yoksul çoğunluğun ters yönde gelişmesi derinleşiyor. Bu, Almanya içinde olduğu kadar onun yakın ve uzak çevresinde de yıkıcı etki alanını büyütüyor. Çökenlerde tabii hemen reform tellalları sahneye itiliyor. Misal: Bu krizin gerçek sahiplerini teskin etmeye çalışan Syriza’nın bakan adaylarından ve Alman ekolünden Jannis (John) Milios gibi “sol ekonomistlere” göre, Yunanistan tipi ülkelerdeki çöküşün gerçek sorumlusu içerideki rüşvetçi ve çürümüş oligarşi. Ama oligarşi sadece Atina demokrasisine değil, Brüksel-Berlin demokrasisine de yakışmıyor mu? Eğer Syriza önümüzdeki hafta sandıktan istediği sonuçla çıkmış olursa adı hükümet üyeleri arasında geçeceği kesin Milios, her durumda merkezi korumakta kararlı: “Die Zeit” ve “Tageszeitung” gibi yayın organlarına verdiği demeçlerde “Biz bir oligarşiyiz; küçük bir azınlık, refahı kendi arasında bölüşüyor” türünden saptamalarda bulundu ve suçun Atina’da aranması gerektiğini, Berlin-Paris-Brüksel'le uzlaşılabileceğini belirtti. Ama hepsinin görmek istemediği şey, aynı eğilimin AB için de söz konusu olmasıdır. 

Almanya Avrupası, neoliberal barbarlık üzerinden küçük bir azınlığın korkunç boyutlarda servet biriktirmesi ve bunu kendi arasında bölüşmesinin adıdır. Bu düzen, içeride orta sınıfın refah şovenizmi ve çevredeki etnik-dinci deliliklerle sürdürülebilir ancak. Bu deliliğin merkezden içeriye “İslamcı” bir tehditle sızmaması nasıl mümkün olacak?

Böyle bir ortamda Pegida’nın Almanya’da patlaması ve mevcut yığınların boğazını sıkan neoliberal çılgınlığa çeşitli ülkelerde milliyetçilik kokan tepkilerle kitlelerin karşı çıkması, AB’yi bir içsavaş arenasına çevirebilir.

Avrupa böyle bir depremin eşiğindeyken, Türkiye’nin çökmesine mi engel olabilecek?

Kötü zamanlardayız. AB demokrasisi denilen oligarşik çılgınlığın bölge halkları için ne anlama geldiğini, isteyen Yugoslavya’dan başlayarak ve ona Irak, Libya, Suriye ilave ederek görebilir.

Tek ülkede “crash” yok artık. Çünkü zincirin birden çok sayıda zayıf halkası var.

Sosyalizm her yerde mümkün. Türkiye’de ise, eğer bu ülke varlığını sürdürmek istiyorsa, bir zorunluluk.

“Ya sol Türkiye, ya yok Türkiye!” işte...