7 Haziran tasfiyesi

Bu seçimin, tıpkı daha öncekiler gibi, Türkiye halkının hiçbir sorununa çözüm çıkaramayacağı biliniyor. Yöneten kasaplar da, yönetilen milyonlar da... Ama bir şey olacak: Türkiye solu, sadece bir öncü müfrezesi dışında, tarihinin en büyük tasfiye operasyonundan geçecek. Şimdilerde 550 sosyalist kadının damgasını taşıyan o müfrezenin ülkenin ve bu savaşın kaderini hemen değiştirecek bir ağırlığı yok, kabul, ama ilerleyen zamanla birlikte ağırlığı ve anlamı büyüyecek. Tıpkı geçen yüzyılın başındaki “çokluğun” haberi bile olmayan, haberdarların da pek sevmediği  devrimci broşürler arasında kaybolup gitmesi normal karşılanacak bir saptama gibi. Ona döneceğiz; fakat biz bir “anlam büyümesinden” söz ettik: Bu sıçramalı büyümenin hızı öncekilere hiç benzemeyecek.

Bir şey kesin: Önümüzdeki günlerde solumuzun çok büyük bir bölümü, özellikle dirençli geçmişleri bilinen kesimler, sandığın ve tarihin karanlığına gömülecek. Çoğu için bitiş, pek azı için saflaşma/temizleşme anlamında bir tasfiye olacak bu. Acı, ama böyle.

Mesele çok açık: Sadece Kemal Derviş’in yeni versiyonu bir CHP yönetimine oy değil, onun ötesinde sınıfsal ve evrensel olan her şeyin keskin sol iddialarla rafa kaldırıldığı bir kimlik politikasına, yani HDP’ye bizzat CHP’lilerin oy isteyebildiği bir büyük tasfiye bu. Misal mi? Bekir Coşkun bile “Verin oyunuzu HDP’ye ya!” diyorsa eğer...

Çöküş kaçınılmaz. Sol da çöküyor. Oysa Haziran İsyanı bu kaderi kırabileceğimizi göstermişti. Elbette biz ucundan tutmaya devam edeceğiz, ama Haziran ateşi yanarken Erdoğan’ı iktidarda tutmakla övünenlerin, o çıkışı sönümlendirmeyi başardığını bilerek... Ne mi demek istiyoruz?

Şunu: Türkiye solu, kısa vadede kaideyi bozamayacak bir istisnai müfrezesi dışında, bu seçimle tarihin tasfiye sayfaları arasındaki yerini almış oluyor. Kendi kendisini tasfiye ettiğini söylemek zorundayız. Onun için direnenlerin ne anlama geldiğini daha yüksek sesle anlatmak zorunda kalacağız. Şurası kesin: Sadece Türk oligarşisinin değil, emperyalist merkezlerin de zil takıp oynayacağı bir kaotik döneme giriş yapıyoruz. Kendi kendisini inkar noktasına kadar gelmiş ve bir koyup hepsini alabileceğini, antiemperyalizm başta olmak üzere tüm sosyalist ve Türkiyeci değerlerini çıkarıp atacağını gösteren bir “solun” (artık ne kadar solsa) yükünü taşımaya başlayacağımız da anlaşılıyor. Zor, çok zor bir zamana giriş yapıyoruz. 8 Haziran’dan itibaren bu ülkeyi tel tel dökülürken göreceğiz. Oysa...

Oysa Haziran İsyanı, güçlü bir işçi sınıfı hareketi ile birleşebilseydi veya “Hemen sosyalizm! Sosyalist iktidar mümkündür!” diyebilen bir sınıf hareketi bu isyanı kanatlandırabilseydi, durum farklılaşırdı. Erdoğan gibi Türkiye halkının büyük kısmının nefret objesi olmuş, bir saatli bomba gibi emperyalist merkezlerin bile “Biz bu adamdan kurtulalım artık” diye açıkça mesajlar verdiği bir cesedi “iktidarda tutmakla övünebilen“ bir hareket, Türk solunun, bırakın Türk solunu, dürüst ama sola hep teğet geçmiş bir Bekir Coşkun’ların bile umudu olabilmişse, bu ülkeyi cehennem bekliyor demektir. Sosyalizmsiz Türkiye yok.

Cılız, ama dirençli omuzlarımızda böyle bir yükle, ne zaman biteceğini bilmediğimiz, belki içinde kaybolacağımız bir zamana giriyoruz. Küçük bir umut ışığımız yok değil kuşkusuz. Küçük, ama ilk işçi sınıfı iktidarını tarihten koparıp alan bir adamın, Lenin’in vurgusuyla düşündüğümüzde, sıfırlanması zaten mümkün olmayan bir umut bu. Duygunun değil, eleştirel aklın ürünü. 

Yaşadıklarımızın ve yenilgilerimizin, bu arada da beklenmedik başarılarımızın, hiç değilse 70 yılı aşkın bir reel sosyalizm deneyiminin ardından, haklılığın “çoklukta“ değil, inceltilmiş, soyutlanmış ve tarihsel birikimin imbiğinden geçirmiş teorik aklımızda yattığını bilenler için, bu umut tükenmez.

Sosyalizmin tarihini ve talihini değiştirdiği çok sonra, siyasal iktidar sonrası ortaya çıkacak bir formülasyonu, 1902 ve Lenin damgalı bir ifadeyi yinelemek gerekebilir: “Devrimci teori olmadan, devrimci bir pratik mümkün değildir.”

Eğer böyleyse, entelektüel savaşımı ve müdahaleyi devrimin ve devrimciliğin giriş kapısı yapan böyle bir aklın, sandıkta ve sandık yardımıyla solun tasfiye edilmesinden  pek çekinmemesi normaldir: Karşıdevrimci teori olmadan, karşıdevrimci bir pratik de mümkün olmuyor. Bunu göğüslüyoruz.

Entelektüel bir aşkınlığın yorucu ve geliştirici üretimi yoksa, 21’inci yüzyılda devrim ve devrimci de olmayacaktır. Çokluk, solu da silip süpüren bir seldir kendi başına. Bazen sandığın içine de süpürebilir.  

Demek, asıl mesele çokluğa direnmektir. Mevcut kültür endüstrisinin sol “fake”lerini, aldatmalarını/üçkağıtlarını aşamadığı için, kendi sol birikimini ve kendi örgütlü varlığını inkar edenler parlamenter de olabilir. Ama bunların geleceği yoktur. Ülkenin geleceği de bu anlamda yoktur. Ama mevcut kültür endüstrisiyle savaşı her yerde, bu arada sandıkta da yürütenlerin geleceği tümüyle kararmış olamaz.

Türkiye solunun, tarihimizdeki bu en büyük tasfiye operasyonunu bizzat hazırladığı günlerden geçiyoruz. Cılız omuzlarımızda ve güçlü aklımızda, bir çöküşün ve bir yeniden kuruluşun yükünü taşıyoruz. Türkiye’den önce solu çöküyor. Biz, solu güçlendirerek Türkiye’yi yeniden kurabileceğimizi biliyoruz.  

Tasfiyecilerin, çıktıkları o sandığa süpürüleceğini de...