Tarihin müziği

Nuriye ve Semih’e…

Sanattan, edebiyattan, müzikten uzaklaştık çok uzun zamandır. Ülke boğazına kadar gericiliğe, yobazlığa battığından gerilimde dur durak yok. Sanki görünmez bir el bizi 21. yüzyıldan yaka paça alıp Ortaçağ’ın tam ortasına attı. Fal, büyü, melek, din, inanç, cadı avı, cehalet, dogmatizm, şiddet ve zulüm eşitsizliğin kazanında kaynatılıp uğursuz, ölümcül bir iksir yaratıldı. İçiriyorlar hepimize, içtikçe büyük kalabalıklar halinde cahilleşiyoruz. İçki günah, deve sidiği şifa; öylesine bir sapkınlık içindeyiz. Emperyalist bir düzenin Gregor Samsalarıyız artık. Duygusuz, ışıksız, çaresiz, yaşama sevinci yitik böceklere dönüştürüldük. Bir avuç cahil gericinin peşinde sürükleniyoruz.

İşte tablo ortada; Evrimi sildiler, cihat öğretecekler çocuklarımıza. Cumhuriyet ve laiklik tehlikeli, monarşi şahane. Acımasız cellatların insan boğazlaması iyi, kurucu lider tu kaka. Vatanına, halkına, diline, kültürüne düşman büyük kalabalıklar türedi ki, kıyamet alameti. Hukuksuzluk kanıksandı, ölüm kutsandı. Hangi kelimeyi kaldırsan altında bir yığın kan. İnsanlığın bakıp utanacağı bir aralıktan geçiyoruz evet. Kötülüğün çaresiz esirleriyiz. Nereye baksan bir zifiri karanlık. 

Karanlık her zaman vardı ama bu kadar çirkin ve tiksindirici olması yeni. Ortaçağın çürümüş, kurtlanmış hali... Sanata, edebiyata, müziğe yer kalmıyor haliyle. Duyulan tek ses uzun, acıklı bir sala. Ölüp çürüdüğümüzü ilan ediyor, cenazeye çağırıyor hepimizi.

İnsanı, insanın insani yanını bitirip tüketen bir süreç bu. Çürüyeni görüyoruz ve insan kalmanın yolunu arıyoruz. Yazdıklarımın büyük çoğunluğunu böyle özetleyebilirim, insan kalma mücadelesidir.

Bu, direnişi zorlaştırıyor evet ama öte yandan yeni tariflerin önünü açıyor, görüşü berraklaştırıyor. Şimdi açık bir biçimde söylüyoruz: Komünizm, kapitalizmin ortasında insan kalma mücadelesidir. Teorik bir gerekliliğin ötesinde insani mecburiyettir bu, pamuklara sarılmalı ve kıskançlıkla savunulmalıdır.

***

Ama ne yazık yitirdiklerimizin acısıyla yoğruluyordu uzun zamandır sanat, edebiyat ve müzik. Onu da kuşatıp düşürdüler. Gericilik ve piyasa el ele vermiş tepiniyor esir aldıklarının üzerinde. Yıllar önce “Körler Düşerken”de sözünü etmiştim bu çaresizliğin, tekrarlayayım:

“Bir gün bir şehirden kalkarsın, bir başka şehre doğru yola koyulursun. Terk ettiğin şehri tanımamışsındır daha, sokaklarında adamakıllı yürümemişsindir. Geride bıraktığın şehir, nüfus kağıdındaki bir kayıt bilgisinden ibaretse, o şehri terk etmiş bile sayılmazsın. Sonra neden geldiğini bilmediğin bir başka şehir kucaklar seni, sarar, sarmalar. Bütün sokaklarında yürürsün, bütün duraklarında beklersin, bütün martılarıyla selamlaşırsın… Fakat bu kez de o şehir terk eder seni, fark edersin ki nüfus kağıdında kaydı bile yoktur bu terk edişin.

‘Yanıyorum ateşimi körükle, boğuluyorum beni derin denizlere at’ diyor göçürtülmüş bir Ege türküsü. Kaybedilmiş şehirlerin hüznüdür bu; yanarken, harlı yanmak istersin; sığ sularda boğulurken derin denizlerde kaybolmak istersin. Bilirsin ki, derinlerde bir yerdedir kaybedilmiş şehrin acısı, dindirmek için kendi içindeki ateşte yanman, kendi içindeki denizde boğulman gerekir.

O insansız şehirler ki, körler düşsün diye imal edilmiş çukurlardır sadece…”

Kimin çukuru bu, kim itti bizi o çukura? Büyük sorular bunlar. Bir makalenin boyunu aşar, hatta belki kitaplara da sığmaz. Ama şarkılar bizi daha kolay yaklaştırır gerçeğin sınırına.

Yukarıda sözü geçen Ege türküsü “Rembetiko”dan. Costas Ferris’in 1983 yapımı filminde söylenen bir şarkı. Adı “Kegome”. “Yanıyorum” demek. İstanbul ve İzmir batakhanelerinde toplaşmış alt sınıflar bir de savaş ve göç acısını omuzlamak zorunda kalmışlar. Nasıl yanmasınlar? Acı, acı ise azı çoğu olmaz. En iyi alt sınıflar bilir bunu.

Şöyle yangının devamı:

“İnsan doğduğunda,

Bir dert (acı, keder) doğar,

Savaş şiddetlendiğinde,

Kan ölçülemez.

 

Gözlerinin üstüne yemin ettim,

Ki onlar benim için bir İncil gibiydi

Bana vermiş olduğun bıçak yarasını

Sana bir gülücük yapayım.

 

Fakat sen cehennemde derinde,

Zinciri kır ve eğer beni yanına çekersen

Kutsanmış olursun.

 

Yanıyorum, yanıyorum, ateşe daha fazla yağ dök

Boğuluyorum, boğuluyorum, beni derin denize at…”

Acının şiiridir işte bu. Acıyla mücadelesinden sağ çıkmayı başarmış insanın çığlığıdır bütün insanların kapısına bırakılmış. O çığlığı taa içinizde duymanız mümkündür birbirine tutunduğu için az sonra çukura yuvarlanacak körlerden olmaya direnmişseniz.

Kegome’yi dillendiren kadın sesi kim bilmiyorum. Ama o coğrafyadan başka seslere aşinayım. Üstelik biri gerçekten Ege göçkünü. Eleni Vitali ve “İzmirli” Haris Alexiou’yu dinlemelisiniz. Bana sorarsanız dünyanın en güzel iki sesi. Acının sesi olmaları rastlantı değil yani!

***

Ortaçağda aşk da yoktur. Karanlık insanlıktan çıkarır insanı, vahşileştirir, ilkel bir yaratığa dönüştürür çünkü. O ilkel yaratığı dizginlemenin tek yoludur din. Din demem sözün gelişi; Ortaçağın dini korkudur. O korkunun dizginlediği insanlar, “kara ölüm” ile dizginlerinden kurtulmuş, bulabildiği her şeye korkunç bir hırsla saldırmıştır. Veba, dinsel korkunun zapturapt altına aldığı insanın zincirlerinden boşanmasına yol açmış, bir anlamda özgürleştirmiş, önce cinselliği, sonra aşkı öğretmiştir. Korku korkunun panzehridir.

Dedim ya bir yeni Ortaçağın tam ortasındayız. Kapitalizm, o Ortaçağın dini. Yersiz korkularla esir aldı insanı, köleleştirdi. Her şey artık bir avuç Dolar için. Haliyle yüce değerlere vakit yok. Mehmet Aksoy’un “İnsanlık anıtı”nı yıkıp yerine 24 saat sala okuyan bir top diktiler o yüzden. Bu, içinden geçtiğimiz dönüşümün özetidir işte.

Sanat, edebiyat ve müzik yoksa aşk da yoktur. Tersi de doğrudur bunun. Karanlık büyük bir aşksızlıktır. Karanlığın ve aşksızlığın şiiri olmaz.

Aşkın şiiri ise bizden birinden, Neşe Dertaşk’tan. Adı “Yare Gidem…” Sözleri şöyle:

“Yâre gidem, yâre gidem

Yareliyim nere gidem

Bu derdimin dermanını

Almaya ben yâre gidem

 

Saçlarını ben öreyim

Buna dayanmaz yüreğim

Seni vermem ezraile

Ben öleyim ben öleyim

 

Yar elinde yar elinden

Yareliyim yar elinden

Dermansız bir derde düştüm

Dermanı var yar elinden…”

Yârin açtığı yâredir aşk ve genellikle yanık kokuludur!

Yanıyorsan Neşet Ertaş gibi yâre gitmenin bir yolunu bulacaksın çaresiz. Bizim için açılan bu kör çukuruna düşmemek için direneceksin. Coşkunu eksik etmeyeceksin göğsünden. Hüzünlü şarkılar dinleyeceksin düzenin popuna inat. Edebiyatla, sanatla, müzikle, şiirle direneceksin.

Demek, direnmek için şiir, müzik, edebiyat, hüzün, coşku ve aşk şart. İçinden geçtiğimiz karanlık dönemin bize öğrettiğidir bu. Komünizm kapitalizme inat insan kalma mücadelesi değilse nedir başka?

Bu yangın bizim, körükleyin ateşimizi!