Semtimize faşizm geldi, acil aşk lazım!

“pansiyonlu okulun yatakhanesinde

bir memurun çocuğu ölür

her gece

o saatlerde

iskele meydanında

valinin emriyle

vurulur zenci çocuklar

ağlamak yatılı öğrencilere düşer

denize bir yıldız saplanır

rüyasını birlikte görür

kederlenirdik

lambaları kim kısar böyle akşamları”

Lambaların kısılacağı akşama çok yakındık, bilmiyorduk. 1979 çoktan 1980’e devrilmişti. Ülkenin her yanından derlenmiş bir tutam çocuk, denize bakan Giresun dağlarının birinin yamacında, kasvetli bir odanın içindeki ranzalara dizilmiştik. Kararlıydık, devrim yapacaktık. İçlerimizden bazılarının aceleleri vardı. Birkaç bombaya, tutukluk yapmayan iyi bir tabancaya bağlı olduğunu düşünüyorlardı devrimin. Katılmıyordum ama pek de emin değildim neden katılmadığıma.

Yoksulduk yoksul olmasına ama iyi kötü İstanbulluluk var serde. Annemin emekçi aylığından arttırdıklarıyla beyaz kadife bir mont edinmişim kendime. Bizim Necdet’in deri ceketi var ama gözü benim kadife montta, boş buldukça giyip gidiyor. Denizin karartılı olduğu günlerden birinde giyip gitti yine benim montu. Gece gelmedi yatakhaneye ki iyiye işaret değildi. Sabaha karşı geldi, benim beyaz mont kırmızıya çalıyor.

Sormadım Necdet’e kırmızılığın sebebini. Hem kim sorabilir ki zaten? Kırmızı işte! Bir iki gün geçti geçmedi, bizim Necdet’i alıp götürdüler. Birkaç gün sonra da gelip beni aldılar. Saadettin Tantan emniyet müdürü, yakaladığının saçını sakalını yoluyor. Bilmesek bile bombayla sonuç alıp alamayacağımızı, götürdükleri yerde neyle karşılaşacağımızdan okulun yolu kadar eminiz. Gece geç bir saatte karşılaştık Necdet’le Giresun Emniyetinin odalarından birinde. Ben perişanım, Necdet rahat. Polisler de epey hürmetliler üstelik. Şaşırdım. Öğrendim sonra, Necdet o gece benim montla faşizmi bombalaya gitmiş.

Beni bıraktılar, Necdet birkaç ay yattı, geldi. Tek pişmanlığı benim montun kırmızıya çalması. Gülüştük. “Bağlama çalmayı öğrendim içeride” dedi. İnanmadık. Birkaç ayda olacak şey mi? Bulduk bir bağlama, tutuşturduk eline. Çalıyor, hiç bilmediğimiz bir melodi yankılanıyor fukara yatakhanede. Daha doğrusu, Necdet çalmıyor, vurmalı bir çalgıya dönüştürüyor bağlamayı. “Leylim ley”i ondan duyuyorum ilk. Zülfü Livaneli’yi de o türküden öğreniyorum.

Ama vakıfız Nazım Hikmet’e, Orhan Kemal’e. Okuyoruz ne bulduysak. Benim keşfim Hasan Hüseyin. “Kızılırmak” başucu kitabım. Olağan hal bu da. Bizim kuşak romandan, şiirden, türküden, Yılmaz Güney filminden öğrendi solculuğu. Lambalar kısılmadan bir iki hafta önce sürgüne gönderiyorlar beni. Giresun’a en uzak nokta İstanbul. Giresun doğumlu bir İstanbulluyum. Yüzümde müstehzi bir ifade, tutuyorum İstanbul’un yolunu.

***

“herkes kendi dilinde mavi

benimki istanbullu ay

kederli yağmura yakın

takır tukur dizeleri

seksenli doksanlı çocukların

ikibinde doğanları henüz tanımadım

sanki hepsi bir

nasıl bir ay

yanık mı mavi bilmem onlarınki…”

Giresun’dan İstanbul’a taşınan pansiyonlu okulun yatakhanesinden mezun oldum. Mucize, iş buldum da üstelik. Lojmanım var bir dere kenarında. İnanmayacaksınız, hem de İstanbul’da. Necdet’ten gördüğüm o türkünün peşindeyim akşamları. İlk maaşımla kötü bir divan sazı aldım. Son perdeye zor ulaşıyorum ama öğrendim “leylim ley”i Livaneli gibi kırık söylemeyi. Ama tarif edemediğim tuhaf bir boşluk var bağlamada ve türküde. Biliyorum türküde ve bağlamada değil mesele, bize bir de sağanak aşk lazım. Biliyorum aşkı, Hasan Hüseyin’in dizelerinden vakıfım. İkinci maaşımı alınca Beyazıt Çınaraltı’ndayım. Bir çay molasından sonra Hasan Hüseyin’in bütün kitaplarını yüklenip lojmanın yolunu tutuyorum. Evet, haklıyım; Şiir dolduruyor nerede boşluk varsa. “Herkes kendi dilinde mavi”… Bizim dilimiz şair mavisi.

***

1980’li yılların ilk yarısı. Üniversitedeyiz. Lambaları kısmak ne kelime, zifiri karanlıktayız. Ama direniyoruz karanlığa, şiire sığınıyoruz başımız sıkıştıkça. “Edebiyat 81” adında bir dergimiz var, baştan ayağa şiir. Kader beni bir gün Galata köprüsünün salaş bir kahvehanesinde Halim Şefik Güzelson’un masasına atıyor. O günden sonra tepeden tırnağa şiir dolaşıyoruz. Düşünsenize, o yaşta şair bir amcanız var.

Ama lambalar kısılmış, karanlıkta kurtlar uluyor. Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nde yeni “şair”lerle tanışıyoruz. Sunay Akın’ı hatırlıyorum, bir de Küçük İskender’i. Metin Üstündağ’la şiir tartışması başlıyor. Metin “Sunay Akın sana yakın” diye özetliyor yeni şiiri, Küçük İskender’e de “sperm İskender” diyor ki yeni şiirin müthiş bir özetidir.

Şiire tapan, şairi kutsal bilen bir kuşağın travmasıdır bunlar. Bitirdiler şiiri. Şimdi Küçük İskender’in büyük şair sayıldığı ve Hasan Hüseyin’in hatırlanmadığı bir zaman aralığındayız.

“valinin emriyle

vurulur zenci çocuklar

ağlamak yatılı öğrencilere düşer…”

Ağlamak hep bize düşer…

***

E sonsuza kadar ağlayacak halimiz yok. Kederli dizelerse tek eksiğimiz, bulur çıkarırız tırnaklarımızla toprağı kaza kaza. Yapılmamış bütün işler bizim, yazılmamış bütün dizeler boynumuzun borcu. Bir şair gibi dizemesek de, devraldığımız o müthiş kederi anlatırız bizden sonra gelenlere. Şiir kutsalımızdır çünkü.

İşte böyle bir haleti ruhiye içinde yazdım “Fena Çocuklar Zamanı”nı. İlk Enver Aysever okudu CNN televizyonunda. Kulağımızdaki notalara ve yüreğimizdeki dizelere bir saygı duruşudur. Kardeşim, yoldaşım Enver edebiyatçı, tuttu daha fazlasını yaptı; “Bize sağanak aşk lazım”ı yarattı. Yukarıdaki dizeler onun. Aslı “Semtimize sağanak aşk lazım”dır ki hakikaten böyle durumumuz.

Semtimize, şehrimize, ülkemize sağanak aşk lazım. Acelesinden hem de!