Milletsiz milliyetçiler

Milliyetçiliğin gemi azıya aldığı o tanıdık dönemlerden birinden geçiyoruz madem, İslamcılığın arkasına ekleyelim, eksik kalmasın. Bakmayın tabu haline getirilmesine, Avrupa uluslarının keşfedilmesinin şunun şurasında iki yüz yıllık bir tarihi var. Bizdeki “Türkçülüğün” ömrü daha kısa, bir yüzyıldan az bir zaman önce keşfedildi o da. Daha önce “Türk” birkaç Osmanlı “tarih”inde hakaret niyetine kullanılan bir kelimeden ibaretti. Bakın Peçevi Tarihi veya Neşri Tarihi’ne; Kürtler ve Çingeneler ile birlikte toplumun en aşağı tabakası olarak zikredilmektedir. Nevzuhur Osmanlıları kızdırmak gibi olmasın ama Osmanlının Türklük gibi bir iddiası hiç olmamıştır.

Uluslar Miti ve Avrupa Kimliği, Yazılama Yayınevi'nin kitabı. Yazarı P.J. Geary. Çağdaş Sümer’in şahane Türkçesiyle bir solukta okunabilecek bir kitap. Dediği şu: “19. yüzyılda doğan Modern Tarih, Avrupa milliyetçiliğinin bir enstrümanı olarak yaratıldı ve geliştirildi. Milliyetçi ideolojinin bir aracı olarak Avrupa milletlerinin tarihi büyük bir başarıydı; fakat bu tarih geçmişe dönük kavrayışımızı etnik milliyetçilik zehri ile doldurulmuş bir zehirli atık çöplüğüne çevirdi ve bu zehir, popüler bilince sızdı.”

Çok güzel: Demek ki elimizde “milliyetler ve onunla örtüşen siyasi sınırların var olduğuna” değgin herhangi bir veri yoktur. Bu iş için kullanabileceğimiz en etkili araç sadece dildir. Fakat dil de ne kültüre tekabül eder ne de onu belirler.

Peki, ama bugünkü halklara kültürü ve dili miras bırakmış eski “halklar” (Mesela Germenler, Gallo-Romenler, Keltler, Franklar…) ne olacak diye soracaksınız “Uluslar Miti”nden aktarayım. Eski “halklar” ile bugünküler arasında kurulan bağlar da birer 19. yüzyıl mitolojisidir. Avrupa bugün olduğu gibi dün de birer halklar ve diller mozaiğiydi. Misal, 20. yüzyılın başında bile Fransa’da Fransızca konuşanların sayısı nüfusun yüzde 50’sinden fazla değildi. Bugünkü hali oluşturan şey, ne yazık ki bütün Avrupa’yı hallaç pamuğu gibi atan I. Dünya Savaşıdır. Yani, etnik kökene dayalı milletler oluşmamış, tersine icat edilmişlerdir.

Bu millet imalatına “antik Yunan” da dâhildir. Martin Bernal’in tezi bu da. Konuyu incelediği Kara Atena adlı kitabı “Eski Yunan Uydurmacası Nasıl İmal Edildi? 1785-1985” alt başlığını taşıyor. Çevirmeni sevgili arkadaşım Özcan Buze. Bernal, Kara Atena’da bugün kavradığımız biçimiyle Antik Yunan’ın bütünüyle 19. yüzyılda kurgulandığını ileri sürüyor. Avrupa milliyetçiliğinin mucitlerinin, romantik yerel tarih tezlerine dayanak yapabilecekleri daha büyük ve “beyaz” bir efsaneye ihtiyaçları vardı. Aydınlanmaya ve Fransız Devrimindeki rolleri nedeniyle Masonluğa şaşı bakıyorlardı. Onların referansları eski Mısır’aydı. Milliyetçi bir tarih oluşturmak üzere Mısır’ı sildiler, doğan boşluğu Yunan ile doldurdular. Böylece Aydınlanmacılardan ve Masonlardan da kurtulmuş olmayı umdular. Özeti budur.

***

Hepsinin çıkışında gelişen kapitalizm ve bu canavarı beslemek üzere çıkılan kıtalar arası sömürge seferlerinin payı var. Pazar gelişmişti ve onu korumak üzere “milli sınırlar”a ihtiyaç vardı. 18. yüzyılda, bir yandan halkların kökenini öte yandan da “Batı Uygarlığı”nın temellerini tartışmaya başladılar. Üstünlüğü artık açık olan bu uygarlığın kökenleri Greko-Romen uygarlığa dayanıyordu. Ama onun da kökleri uzakta, Asya’daydı. Mesafenin aşılmasının yolu da “barbar istilalarında” bulundu. Barbar fetihleri ile uygarlık Avrupa’ya doğru taşınmış ve yeni bir senteze ulaşılmıştı. Taner Timur, bu tarih anlayışının Fransız Devrimi gibi kritik bir dönemeçte nasıl bir hal aldığını şöyle anlatıyor:

“Avrupa tarihini etnik açıdan ele alan yazarlar, Aristokrasi-Tiers Etat kavgasının aslında fetihçi kavimlerle (Germenler) eski halklar (Gallo-Romenler, Keltler, vs.) arasında bir kavga olduğu kanısına vardılar. Böylece Ortaçağda unutulduğu sanılan bir kavga, yepyeni kavramlarla ve yepyeni boyutlar içinde tartışılmaya başlandı… Tarih araştırmalarına büyük bir hız kazandıran bu tarihçiler, Fransa ihtilalinde ortaya çıkan büyük kapışmayı, aslında fetihler sırasındaki kapışmanın tekrarı olarak görüyorlardı. Bunlara göre Fransa ihtilali, eski halkların, yani Gallo-Romenlerin, fetihçi aristokrasi Franklara karşı bir intikamıydı.” Şaşırtıcı değil, elde “sınıf” kavramı olmadığında bu büyük kavga böyle de görünebilir. Düğümü Marx ve Engels çözdü: Kavga ne etnik ne de dinseldi, derinlemesine sınıfsaldı.

Batılı, dünyaya yayılıp daha fazla bölgeyi kontrol altına aldıkça “beyaz adamın” üstünlüğüne daha fazla inanılmaya başlanmıştı. Temel hazırlanmıştı. 19. yüzyılda Avrupa’nın her yerinde “kıta ırkçılığı” boy verdi. Fransız düşünür Joseph-Arthur Gobineau, uygarlıkların yazgısını ırksal bileşimlerin belirlediğini işte böyle bir iklimde ileri sürecekti. Şöyle diyordu: “Tarih, yalnızca beyaz ırkların ilişkisinden doğar.”

Gobineau, kültürün, uygarlığın nedenini bilgi, birikim, marifet yerine insanın doğum kâğıdına bağlarken tıpkı ilkel kabilelerde olduğu gibi topluluğu kolektif bir bütün olarak tanımlıyor ve yaratıcılığı da bu bütünün marifeti sayıyordu. Birey ancak bir ırkın parçası olarak var olabilecek bir şeydi.

Nietzsche’den Hitler’e uzanan ve bütün Avrupa uluslarını içine alan bir kıta ırkçılığının ilk ve kaba formülasyonuydu bu. Başlangıçta “ırkın saf halini” temsil edenler Almanlardı, sonra devrimle birlikte Fransızlar öne çıktı. Gözden düşen Almanlar kendi kültürlerinin aşağılanmış olduklarını düşündüler. Irkçılığın en katı biçiminin bu ülkede boy vermesi, en saf olanın aynı zamanda en geride kalmış olmasından kaynaklanıyordu. Ulus-devlet, ırkçı-milliyetçiliğin üstünde gelişiyordu ve nüfuz ettiği hemen her yerde yeni ırklar ve yeni milletler keşfediliyordu.

***

Bu arayışın türevi “Türkçülüğün” de, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında keşfedildiğini görüyoruz. Sancılı ve kuşkulu bir doğumdu bu. Kozmopolit bir imparatorlukta, yeni bir millet yaratmanın bütün yıkıcılığı ile ilerleyecek, yol açtığı yıkımlar, bu yüzden, daha bir kanlı ve daha bir acılı geçecekti.

19. yüzyılın ortalarına kadar “Türkiye” Batılılarca kullanılan bir deyimdi. “Türk olduğumuzu” Fransız Leon Cahun ve Macar Arman Vambery keşfetmişti. Cahun, “Kürt Ziya”ya, Ziya Gökalp’e öğretti ve o da bize öğretmeyi iş edindi. Göçebeydik, mutluyduk ve İslam’la tanışınca yozlaşmıştık; böyle yazıyordu Cahun. Vambery de Türklerin köklerine merak salmış, derviş kılığında Orta Asya’ya gidip gelmiş, orada Türklerin kökenini keşfetmişti. Türkler Rusya’nın arka bahçesinde atıl bir güç olarak öylece duruyordu. Birleşse iyi olur, en azından Rusların ilgisini içeriden dışarıya yönlendirirdi. Onun çalışmaları ile “Turancılık” Macaristan’da bir siyasi akıma dönüştü. Rusya’nın arka bahçesinden kopup gelen “Türk milliyetçileri”ni bir yana bırakıyorum. Gökalp’in esin kaynakları arasında saydığı Mustafa Celaleddin Paşa’nın da Konstantin Borzecki adlı bir “Leh asilzadesi” olduğunu hatırlatıp, o ünlü sözü tekrarlayayım: “Türkçüler Türk değildir!"

***

Irka dayanan siyasi bir Türk milleti teşkili “devleti kurtarma çaresi” arayan aydınlar arasında bir fikir jimnastiği tonundadır. Bu ırki Türkçülüğün kaderini belirleyecek olan şeyin kendi olgunlaşması olmadığı daha o zamandan bellidir. Çünkü İslamcılık ve Osmanlıcılık, siyasetlerinin kurtuluş umudunu yeterince desteklemediği noktada Türkçülük bir son çare olarak belirebilmektedir. Arkasında kimse yoktur, bir siyasal hareket değildir. İstanbul’da “Türk milliyeti arzu eden siyasi olmaktan ziyade ilmi bir mahvel” oluşmuştur. Üç-beş kişidir ve Türkçülük akımı yüzyıl önce bu kadardır. “Türkler” henüz “Türk olduklarını” bilmemektedir ve Türkçülük, Türklere Türk olduklarını bildirmek zorundadır. Zordur.

Bir millete mensup olmak, her durumda sonradan öğrenilen bir durumdur. Almanlar Alman olduğunu, Fransızlar Fransız olduğunu sonradan öğrenmişlerdir; biraz geç olmakla birlikte Türkler de Türk olduğunu öğrenmişlerdir.

Osmanlı İmparatorluğu büyük bir hızla çöktü ve bu çöküşün içinde gerçekleştiği birinci büyük savaş bize bir siyasi sınır miras bıraktı. Bu sınırlar içinde sadece Türklerin yaşadığını söylemek saçmadır. Ayrıca bugün hâlâ Türk’ten kastettiğimiz şeyin ne olduğuna karar verebilmiş değiliz. İcat etme çalışmalarımız sürüyor.

Ama şunu belirtmeden olmaz. Bu icat çalışmasında milliyetçilerimizin payı hiç yoktur. Bu yöndeki devasa ve en saygıdeğer adımı Türklerin Tarihi ile Doğan Avcıoğlu atmıştır. Ondan önce, şimdi küçümsenen Kemalist Tarih Tezi Türk Tarihinin Ana Hatları var. Gerisi bunların üzerindedir ve hepsi bu kadardır…

Devlet Bahçeli ve “hareketi” bu tarihin neresinde bilmiyorum ama böylesine zahmetli bir imalat süreci için pek acınası bir halde oldukları görünüyor. İslamcılarla el ele tutuştular ve kendileri ile birlikte ülkeyi derin bir çukura doğru yuvarlamaya çalışıyorlar. Çünkü “millet”i bir ihtiyaç yapan kapitalizm, son aşamada onu aşılması gereken bir sorun olarak görüyor. Haliyle rol verdiği bütün aktörleri hızla bir karikatüre dönüştürüyor.

***

İslamcılarımız dinsiz ve milliyetçilerimiz artık milletsizdir.

Tarih işini görüyor, kirlerden arınıyoruz, temizleniyoruz. Arındıkça sınıfa dayanmaya mecbur olduğumuzu daha net görüyoruz.