Karadeniz’e sözümüz…

Bir gün bir şehirden kalkarsın, bir başka şehre doğru yola koyulursun. Terk ettiğin şehri tanımamışsındır daha, sokaklarında adamakıllı yürümemişsindir. Kıyısında durup denizindeki karartısına yüz sürmemişsindir. Geride bıraktığın şehir nüfus kâğıdındaki bir kayıt bilgisinden ibaretse, o şehri terk etmiş bile sayılmazsın üstelik.

Sonra neden geldiğini bilmediğin bir başka şehir kucaklar seni, sarar, sarmalar. Bütün sokaklarında yürürsün, bütün duraklarında beklersin, bütün kedileriyle, köpekleriyle, martılarıyla selamlaşırsın… Fakat bir gün o şehir de terk eder seni. Fark edersin ki nüfus kâğıdında kaydı bile yoktur artık bu terk edişin.

“Yanıyorum ateşimi körükle, boğuluyorum beni derin denizlere at” diyor göçürülmüş eski bir Ege türküsü. Geride bırakılmış şehirlerin hüznüdür bu. Öyle bir hüzün ki yanarken daha harlı yanmak istersin, sığ sularda boğulurken derin denizlere atılmak istersin. Çünkü bilirsin, çok derinlerdedir kaybedilmiş şehirlerin acısı. Dindirmek için kendi içindeki ateşte yanman, kendi içindeki denizde boğulman gerekir.

Konstantinos Kavafis, “Bir başka ülkeye, bir başka denize gitmek istiyorum; bundan daha güzel bir başka kent vardır kuşkusuz” diye başladığı dizelerini şöyle tamamlıyor:

“Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.

Bu şehir arkandan gelecektir.

Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,

aynı mahallede kocayacaksın;

aynı evlerde kır düşecek saçlarına.

Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.

Başka bir şey umma…”

İstanbul’dan İskenderiye’ye göçtü. Oradan kalkıp pek çok şehre yüz sürdü şair. Neden sonra döndüğü İskenderiye’de öldü. Arkasından kovalayan şehir İskenderiye mi yoksa İstanbul mu kim bilebilir? Bir aşk masalıdır bu ve kimin hangi şehre gönül düşürdüğünü ancak şiir açığa çıkarabilir.

Ama sanırım doğduğu şehirdir dizelerde böylesine güçlü izler bırakan. Öyleyse tamamlayabiliriz; Nereye gidersen git doğduğun şehir arkandan gelecektir. Dönüp dolaşıp o şehre geleceksin sonunda. Başka bir şey umma…

xxx

Pazar günü sabahı Samsun yolundayım. Samsun Kitap Fuarında Enver Aysever’le buluşup Samsunlu okurlarla “cumhuriyet” konuşacağız. Ama Samsun benim için bir fuar etkinliğinden daha fazlası. Annemin şehri. Samsun’un Canik ilçesinin arkasını yasladığı dağın doruğunda, şehre ve Çarşamba ovasına tepeden bakan küçücük bir mezarlıktayım. Geçmişimin bir kısmı bu mezarlıkta. Şehir ayaklarımın altında. Betonun nasıl bulaşıcı bir hastalık gibi yayıldığı buradan açıkça görülüyor. Her yer inşaat. Bütün şehirler böyle; baştan ayağa kâr, tepeden tırnağa rant, yağma, görgüsüzlük…Köye çıkan yol üzerindeki özel üniversite boşaltılmış. Fethullahcılarınmış; hay Allah nasıl da fark etmişler ki? Biraz daha yükselince, yeşilin ortasında tuhaf bir gökdelen. Şoför “Araplar yaptı abi” diyor. Körfezden gelenleri kastediyor belli ki. Malum, bizimkiler onlara bayılıyor; Hem paraları var, hem Sünni mezhebinden. Siz Emevi sayın, doğrusu budur.

Samsun’un nüfusu 1 milyon 200 bin civarında. Bu nüfusun yarısı devletten yardım alarak geçimini sağlıyor. Devlet ise uzun zamandır AKP demek. Dolayısıyla AKP’nin şehirdeki hâkimiyeti tartışılmaz. Tartışılmayan bir başka şey de şehirdeki ahlaki çürüme. Gazetelerin cinai sayfalarına en çok haber düşüren şehirlerden biri Samsun. Düşkünlük, ahlaki çürüme, dinselleşme, yoksulluk bu şehrin bir yanı. Kuşatılmış bir şehir Samsun..

Ama öbür yanında bir başka Samsun var. Pazar günü fuara akın edenler o yanın sakinleriydi. Geldiler, koca salonu doldurdular. Söylenenleri büyük bir dikkatle dinlediler. Bitince hararetli konuşmalar yaptılar, sorular sordular. Endişeliler evet; hemen hepsi laikliğin, cumhuriyetin ellerinden kayıp gittiğini görüyor, hissediyor. Ama kararlılar da. Cumhuriyet’i kuran dip dalgası bu şehirden doğdu. Yine olmaması için bir neden yok. Onca yıkımdan sonra bu kent hala ayaktaysa umut hep vardır.

xxx

Samsun Karadeniz’in merkezi. Etrafındaki küçük ölçekli iller de bu şehre akıyor. Fuarda Ordu’dan, Giresun’dan gelenler de vardı haliyle. Küçük ölçekliler ama bu, yeni düzenin yarattığı tahribattan kurtulabilecekleri anlamına gelmiyor. Giresun’daki, Ordu’daki “fındık üreticileri”nin sosyo-ekonomik hallerinden bahsetmiştim daha önceki yazılarımda. Her şehirde olduğu gibi, bu iki şehirde de kentsel nüfus artıyor ve kırsal nüfus azalıyor. Devletin verileri böyle söylüyor. Benim iddiam kırsal nüfusun tamamen yok olmak üzere olduğu. Kırsal nüfus kırsal nüfus değil çünkü. Bu iki Karadeniz kırsalı İstanbul’un banliyösüne dönüşmüş durumda. İstanbul’dan gelip “kır”ı yağmalayıp büyük şehre dönüyorlar. Onların değmediği şehirlerdeki tek üretici faaliyet ise inşaat.

Dinci gericiliği var eden ekonomik toplumsal altyapı işte bu. Bir düşkünler toplumu yarattılar ve o düşkünler toplumuna dayanarak ayakta kalmaya çalışıyorlar. Ama bilmedikleri şu: Düşkünün dini, milliyeti, ülkesi, vatanı, inancı olmaz. Düşkün için tek gerçek aldığı sadakadır. Düşkünlere dayanarak iktidar olabilirsiniz ama iktidarınızı düşkünlük üzerine oturtamazsınız.

xxx

Annemin kucağındaydım: Giresun’dan çıktım, Samsun’da konakladım. Arkamdan geldi bu iki şehir nereye gittiysem. Hoş, yeni bir ülke değil zaten aradığımız, başka bir şehir, başka bir deniz değil; Sadece biraz aydınlık.

xxx

Dönüş yolundayım. Dağlar duman altında. Ovanın üstünde sisli bir hava, hafiften yağmur çiseliyor. Denizde karartı var ki Karadeniz de budur zaten. Karadenizliler güneşin, ışığının değerini bilir o yüzden. Ve bilirler ki, bir rüzgâr çıkar aniden, sisi, dumanı dağıtır. Güneşin ışığında yıkanan dağın yeşili, denizin maviliğine karışır. Aydınlık imkânsız değildir yani.

Ama evet, deniz uzun zamandır bir karartının tasallutu altında… Olsun. Sözümüz var, ellerimizde bayraklar, marşlar söyleyerek döneceğiz bir gün o şehre. Bir rüzgâr çıkacak o gün. Dağıtacağız o karanlığı!