İslam’ın huzurunu kim çaldı?

“Huzur İslam'da sloganı çok değil on yıl evveline kadar çok tutulan bir slogandı. Şimdilerde bu slogana öyle pek rastlayamıyoruz. Bu slogan genelde lüks arabaların arka camlarında, iyi tefriş edilmiş evlerde, halinden memnun ticarethanelerde daha çok arzı endam ediyordu. Herkesi huzursuz etmiş olmalı ki bu kör göze parmak cinsinden slogan bıçakla kesilir gibi kesiliverdi.” Saptama, Milli Gazete yazarı Hüseyin Akın’ın. Akın, 2015’te yazmış İslam’da “huzur”un yitirilişini.

1990’lı yıllarda pek modaydı bu motto. Din anayasaya girmiş, din dersi zorunlu olmuş, güvenlik kuvvetlerinin kapısı tarikatlara sonuna kadar açılmıştı. Hatta Fethullahi olmayanın polis olmasına imkân bırakılmamıştı. Devletin toplumu dinselleştirmesi programı dörtnala gidiyordu. O çıkartmaları arabalarının arka camlarına yapıştıranlar ikbalin dinde olduğunu ilk fark edenlerdi. Ama laikliğin uyanma ihtimali vardı, tereddüt sürüyordu. Valilik bir ara “Huzur İslam’da” çıkartmalarına ceza yazılacağını duyurdu. Bütün “Huzur İslam’da”lar birkaç gün içinde silindi.

Milli Gazete yazarının İslam’da huzur yetmezliği baş göstermesinin nedenleri hakkında tezleri var. Bunların ekseriyeti huzuru İslam’da arayanların çoğunun ikbal avcısı olduğu yönünde. Teşhisi net: “Huzur İslam’da sloganının aslında bir parola olduğu, bundan maksadın din sayesinde menfaat ve rant elde etmek olduğu anlaşılmış ve bundan hasıl olacak paya başkalarının da dahil olma endişesi baş göstermiştir.”

İşte böyle. Huzuru İslam’da bulanlar huzur arayanların çoğalıp huzurlarını kaçırmasından endişelenmiştir. Rant sınırlıdır, alt sınıflarla bölüşüp değersizleştirmenin anlamı yoktur. Aynı Allah’a inanmak aynı sınıfa dâhil olmayı gerektirmemektedir nasılsa. Herkes yerini bilmelidir…

1990’dan bu yana geçen 30 yılda yaşanan dönüşümün özetidir söylenenler. İslamcılığın gücü ve getirisi arttı bu 30 yılda. Taraftarları zenginleşti, iktidar sahibi oldu. O arada kalender Müslümanlar beyaz takkelerini atıp gitti. “Millete koyucular” doldurdu yerlerini. Müthiş zenginleştiler. Milyonluk makam araçları ile meşhur din adamları türedi mesela. Bebelere tecavüzü, kadınlara dayağı vazeden ilahiyatçılar ranttan kendi paylarını istedi. Dağı taşı, toprağı suyu yağmalayarak ilerliyorlar. Çıplak bir kâr ve kazanma hırsından ibaret ibadetleri. Sarayları, varaklı koltukları ve klozetleri var. Emrindeki güvenlik güçleri haksızlığa isyan edenlerin kollarını bacaklarını kırıyor. İtaat etmeyen kadınları saçlarından sürüklüyor. Bütün yollar, bütün köprüler onların; mülk onların, para onların. İstediklerini devlete atıyorlar, istemediklerini devletten atıyorlar. “Benim valim, benim polisim, benim hâkimim, benim devletim” kanıksandı sayelerinde. Geçen hafta “benim valilerime” bıyık bırakma emri geldi mesela. Hepsi badem bıyıklı şimdi. Fakat gelin görün ki huzuru kaçtı İslam’ın.

Dışarıdaki durumu da parlak değil haliyle. “Huzur inancı”nın coğrafyası kan ve gözyaşıyla sulanıyor. Ölen de öldüren de, kanı akan da kan akıtılan da Müslüman. Küçük Asya’dan başlayıp Afrika’nın ortalarına kadar İslamcının elinin dokunduğu her yerde kanlı karanlık bir boğazlaşma kesintisiz sürüyor. O arada cihat için savaştığını söyleyen İslamcının eline silahı, cebine Petro-Dolarları Batılı güçler tutuşturuyor. Elinde “gâvur” silahıyla dehşet saçan İslamcıların şerrinden kaçan Müslümanlar Batıya sığınabilmek için birbirini eziyor. Artık huzur İslam’dan çok uzaklarda…

Sonuç ortada: Bütün iddiaları çöktü, düzenle ne kadar düz oldukları apaçık ortaya çıktı. İnançları ne çalmaya engel, ne zulmetmelerine. Yoksul daha yoksul oldu iktidarlarında, zengin daha zengin. Yetmedi, OHAL ilan ettiler zengine daha rahat verebilmek için. Gelir dağılımı en bozuk ülkelerden birini yarattılar az zamanda. Dehşetli bir dönüşümdür.

***

Bizdeki İslamcılık tarz-ı siyasetinin özgün yanları var elbette. Bunlardan biri Osmanlı İmparatorluğunun yüzyıla sığan hızlı çöküşüdür. İkincisi, bu çöküşün daha çok İmparatorluğun Avrupa topraklarında gerçekleşmiş olmasıdır. Kısa zamanda bir Balkan imparatorluğu olmaktan çıkıp Küçük Asya’ya sıkışmış sıradan bir devletçiğe dönüştü Osmanlı. Balkanlarda terk ettiği topraklarda Milliyetçi-Hıristiyan devletçikler kuruldu. Yan yana yaşadıkları Müslümanları engel gördüler o rüzgârda. Yurt tutacak Anadolu’dan başka toprak kalmamıştı Müslümanlar için. Milyonlarca insan yaşadıkları topraklardan sürüldü ve Anadolu içlerine doğru sürüklendi. 1822 ile 1922 arasındaki yüz yılda Anadolu topraklarının beşeri coğrafyası bütünüyle alt üst oldu. Beş milyon Müslüman açlıktan ve savaştan öldü, 7 milyonu Balkanlardan Anadolu içlerine göçtü. Fakat kaçıp sığındıkları topraklarda da Hıristiyanlar vardı. Düşman oldular. Böylece kaçkınlar için ilk defa İslam bir kimlik haline dönüşmeye başladı.

Balkan Savaşları bu kırılmayı pekiştiren en önemli olaydır. İmparatorluk Balkanlardaki bütün varlığını birkaç ay içinde kaybetmişti. Anadolu’ya kaçanlar bu son sığınaklarının da ellerinden kayıp gidebileceğini fark etmişti. Küçülmüş ve sıkışmıştık. Türklük ve Müslümanlıktan başka sığınak kalmamıştı. İkisi de küçülmenin ve sıkışmanın ideolojisidir.

***

İmparatorluk parçalanırken ortaya çıktılar. Bir “Osmanlı milleti” yaratmayı hedefleyen Osmanlıcılığın imkânsız bir yol olduğu yükselen milliyetçi dalgadan belliydi. Öyleyse İslamcılık çare olabilirdi. Fakat çare olması umulan İslamcılık, imparatorluğun parçalanıp küçülmesini göze almayı gerektiriyordu. İslamcılık gayrı müslimlerden vazgeçmek anlamına geliyordu çünkü. Kaldı ki din birliği, Arapları ve Müslüman Arnavutları devlete bağlamaya yetmemişti.

Türkçülük ise en imkânsızı idi. Savunucuları tarafından da son çare olarak görülüyordu ve gerçekte bu tercih Müslümanların önemli bir kısmını da dışarıda bırakıyordu. Osmanlı yıkılıp yerine Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda bile Türkçülük yıkıcı etkisinden arınabilmiş değildi. Kemalistler bu yıkıcı etkiyi “Ne Mutlu Türküm Diyene” sloganıyla aşmaya çalıştı. Türklük esas alınacaktı ama Türklüğün kapısı herkese açık bırakılacaktı. “Türküm” diyenin Türk olmasına imkân veren gevşek bir Türkçülüktü bu.

***

Geldik bugüne. 1990’lı yıllarda “Huzur İslam’da” modayken Anadolu’da bir türlü yakalanamamış birliğin İslam’la sağlanacağına yeniden inanılmaya başlanmıştı. Müslüman Kürtler ancak böyle massedilebilirdi iddialarına göre. Kemalizm’in kırıp döktüğü toplumsal kesimlerle de “şeriat hukuku”nun izinden gidilerek bir barış ortamı yaratılacaktı. Şu “Medine Vesikası” saçmalığının o yıllarda moda olması rastlantı değildir.

Fakat sonuç tam tersi oldu. Kürtlere yönelen şiddet geçmişin ruhuna rahmet okutacak nitelikte. Suriye içlerinde elde silah huzur arıyor İslamcı iktidar. Her gün “etkisiz hale getirilen” Müslüman Kürtlerin sayısı açıklanıyor gururla. Bildik Ortadoğu manzarası yerli yerinde; Herkes Müslüman, herkes düşman, herkes savaş halinde. Devlet çökmüş, cumhuriyet tepelenmiş, ülke kırıldı kırılacak.

Hâlbuki bu zoraki birliğin gerçek bir birliğe dönüşebilmesinin tek imkânıydı laik cumhuriyet. Anadolu topraklarına sıkışmış bir kalabalığın her türlü bağdan kurtulması, tarihte ilk defa gerçek bir halk olması imkânıydı. İslamcılar geldiler, Türkçülerin desteğiyle bitirdiler.

İşte görüyorsunuz, dağ taş din, bütün okullar imam hatip, bütün olanaklar Diyanetin emrinde. Ezana zam yaptılar, hoparlörleri sonuna kadar açtılar. Her tarikatın devlette yeri var. Halkın vergisiyle finanse edilen TRT’de kuran okuma yarışması yapılıyor gün aşırı. Her yer saray, her yer cami, her yer AVM. Acayip uçakları, pahalı arabaları, gemicikleri, yatları, yalıları var. Uzak muz cumhuriyeti adalarından taşan gizli banka hesaplarını sığdıracak yer bulamıyorlar. Ama huzur kaçtı gitti ellerinden.

Sildiler “Huzur İslam’da”yı. Haklılar. Türkçülüğü de sürükleyerek yıkılıyorlar çünkü. Bu iki imkânsız ve huzursuz ideolojinin temsilcilerinin tek derdi birbirlerine dayanarak iktidara tutunmak. Ne İslam’ın yoksulu kucakladığı var, ne Türkçülüğün ezilene el uzatmışlığı. İslamcılık tükendi, Türkçülük intihar etti. Yitip gitti huzur hayali. Tuhaf, cahil, hadsiz zalimler türedi onun yerine.

***

Çok küçüldük ve çok sıkıştık. Laiklik tepelenince yeni fay hatları baş gösterdi üstelik. Anadolu’ya sıkışmış biçare kalabalık, tıpkı geçen yüzyılın başında olduğu gibi son sığınaklarının da ellerinden kayıp gidebileceğini hissediyor yeniden.

Huzuru soruyorsanız haber vereyim. Bu topraklarda eşitlikçi bir yeni cumhuriyet dışında bütün yollar kapanmış, bütün imkânlar tüketilmiştir. Huzur işte burada!