İnsan tükenmez

1938’li. Demek annemin kuşağı. İlk rolünü 5 yaşında oynadı. Babası Sıtkı Bey ve annesi Leman Hanım sinemamızın oyuncuları, emektarları. Üstelik oğluyla beraber de oynadı baba. Hababam Sınıfı’nın öğrencileri cenk hikayeleri anlatınca coşup kendinden geçen öğretmen Paşa Nuri’si o. Paşalık genlerinde de var Sıtkı Bey’in. Anne tarafından Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın torunu.

Oynadığı sayısız filmle birkaç kuşağın hafızasında, hatırasında yer etti. Arada tiyatroda oynadı, senaryo yazdı. Yaptığı, yarattığı işlerin herhangi biri kibre bulanmak için yeter de artardı bile. Mütevazı, sade, sessiz, tuhaf bir şekilde sıradan bir insan yaşadı oysa. İleri yaşında ölümü sordular bir TV programında, “Düşünür müsünüz?” dediler. “Niye düşünmeyeyim ölümü? Öleceksek öleceğiz. Bunun başka çaresi yok. Cenazemde görürsün benim ne kadar sevildiğimi” diye yanıtladı soruyu.

Caddebostan Kültür Merkezi'nden uğurlandı birkaç gün önce. Arkasından yürüyenlerin sayısından çok sevildiği açıkça görülüyordu. Kızı Ebru, "İyi bir insan, iyi bir sanatçı, iyi bir baba. Bir evlat olarak diyorum ki; bu miras da bize yeter" dedi babasının ardından. İşte böyle bir insanı uğurladık birkaç gün önce…

***

44’lü. Malatya’dan göçüp geldiği İstanbul’da bir lokma bir hırka için ömür boyu çalışmış Emekli Mustafa Bey’in oğlu. Üç kardeşin en büyüğü o. Liseyi 11 yılda ite kaka bitirdi.  Kendisinin deyimiyle salaklığından değil haylazlığından. Üniversiteye başladı ama onu da boşladı.

Tiyatro oyuncusu. Sinemaya damgasını vurup gitti üstüne. Filmlerin haksızlıklara isyan eden, iyiliği ve saflığı yüzünden başı beladan kurtulmayan, zekasıyla kötüleri alt eden, doğru yolu gösteren, ille de her daim gülen unutulmaz karakteri. Dönüp bakın oynadıklarına; her biri çekildiği dönemin sosyo-politik bir özetidir. Zamların alıp başını gittiği, fakirliğin, geçim sıkıntısının bir yıkıma dönüştüğü, dolandırıcıların, üçkağıtçıların, “zübük”lerin mühim adam sayılmaya başlandığı, siyasetin yozlaştığı, sağcılaştığı bir dönemde çekilmişlerdir ve her biri birer politik hicivdir. Antalya Film Festivali'nde en iyi erkek oyuncu ödülünü alarak “jön” geleneğini yıktı. Edindiği ün sanırım bu ülkede bir daha hiçbir faniye nasip olmayacaktır. Buna rağmen evine, çocuklarına bağlı, az konuşan çok dinleyen serin bir adam olarak yaşamayı başardı.

Onca yılın, onca deneyimin ardından sadece sevgi biriktirdi ve arkasında sadece sevgi bıraktı. Atatürk Kültür Merkezi'nden uğurlandı sonsuzluğa. Büyük bir kalabalık taşıdı tabutunu son ikametine kadar.

***

49’lu. Subay çocuğu. Bu yüzden il il dolaştı çocukluğunda. Babası emekli olunca Bakırköy’e yerleşti. Burada lise, sonra ver elini Yıldız Teknik Makine Mühendisliği bölümü. Bakırköy'deki plajlarda cankurtaranlık, sokaklarda işportacılık yaptı. Makineden hazzetmeyince Gazetecilik Yüksek Okulunda denedi şansını, mezun oldu. Zamanının tabiriyle “artist gibi çocuk”tu zaten, şansını denedi, bir derginin düzenlediği “Sinema Artist Yarışması”nın galibi oldu.

Mesleğinin doruğuna çıkan o cici çocuk 28 yaşında sinemanın devrimci çocuğu olmaya karar verdi. Bebeksi yüzüne kondurduğu devrimci bıyığı o günlerin mirası. Yılmaz Güney’le tanışınca büsbütün başka bir yol tutturdu. E bedeli var solculuğun; 12 Eylül’de tutup tıktılar hücreye. Üç adamın en politiği. "Sanatçı dediğin andan itibaren; dünyaya bakışı, yaşamı, görüşleri, her şeyi politiktir. Bu politik düşünce hiçbir zaman gerici, muhafazakâr, tutucu bir politika değildir" dedi bir söyleşisinde. Kendi yolunu kendi çizen adam. Sayısız film, sayısız ödül bıraktı arkasında. Bir faninin ulaşmak isteyebileceği bütün zirvelere koşarak çıktı. Buna rağmen sade bir insan, inatçı bir cumhuriyetçi, yakışıklı bir sosyalist olarak yaşadı.

Geçen yılın Eylül’ünde uğurladık onu da. Yüzbinlerce seveni yürüdü ardından.

***

1930’lu yılların sonunda, 1940’lı yılların başlarında doğdular, 1960’lı, 1970’li yıllarda parladılar. İşçi çocuğuydular, subay çocuğuydular, sinema emekçileriydi anne babaları. Halit’tiler, Kemal’diler, Tarık’tılar. Sessiz sedasız çıkıp geldiler, bizden birisi gibi aramıza katıldılar. Güce yaltaklanmadılar, iktidara aldanmadılar, paranın önünde eğilip bükülmediler, dimdik durdular. Direnişi, insanlığı, yiğitliği, delikanlılığı, yakışıklılığı, sevgiyi, fedakârlığı, paylaşmayı, insan olmayı anlattılar bize. Türkiye’nin umut dolu 20 yılının parıltılı yansımaları oldular.

Sonra birdenbire zifiri bir karanlık geldi üzerlerine. O yiğit hayatlar o zifiri karanlıkta silinip gitti. Bugünün saray soytarıları, paragözleri, sanatçı müsveddeleri, iktidar yalakaları, gece kuşları, sidikli havuz kurbağaları, zorba işmar edince aklını yitirmiş akilleri türedi onların bıraktığı boşlukta. Zübük iktidar olmuştu çünkü.

Zübük iktidar olsa ne olmasa ne? Güç onlarda, para onlarda, alkışlar onlar için, sahne ışıkları onların üzerinde. Ama huzursuz kıvranıyorlar yine de. Son tiyatro kapatıldığında, son sinemaya kilit vurulanda, son sanatçı aşağılandığında, son oyuncu işsiz bırakıldığında, son kültür merkezi yıkıldığında huzur bulacak ruhları.

***

Ne sanatları, ne sanatçıları olabilir ki zaten? Arkalarından itilmeseler ne başarıları var? “Sıkmabaş”ın mucidi yobaz Şule, şairliğe eğilimli takıntılı Necip Fazıl… Marjinal Milli Selamet Partisi, küçük Milli Gazete, birkaç yarım akıllının hüküm sürdüğü bir buçuk tarikat. Devletin kuyruğuna tutundular, ilerlediler. Devlet kimi düşman bellediyse düşman bildiler, devlet kimi dost bellediyse dostu oldular. Taa Kanlı Pazar’dan beri, paramiliter MHP’nin yanında, muhafazakâr bir yedekler ordusu oldular. Sivas’ta aydınlığımızı yakarken bile arkalarında devlet tedbir almıştı.

12 Eylül geldi, cumhuriyetin yarattığı bütün bir kuşağı silindir gibi ezdi, işkence etti, vurdu, öldürdü. Kalanlar kaldı, kaçanlar dağıldı. Alan düzlenince gizlendikleri mağaralarından çıkıp geldiler. Askerdiler, polistiler, bakandılar, vekildiler. Coplarını, tüfeklerini, tomalarını, akreplerini alıp geldiler. Arkalarından itenlerin desteğiyle “iktidar” oldular. İçinde debelendikleri zifiri karanlıkta bile payları pek azdır.

Cumhuriyeti sahipleri öldürdü, ölüyü bunlara teslim ettiler. Leşin başına çöreklendiler. Gelene geçene hırlıyorlar şimdi. Bir siyasal hareketin hazin sonudur…

***

Halit’in, Kemal’in, Tarık’ın oyununda ne var sanıyorsunuz? İnsan tabii ki. O üç güzel adamın arkasından düzdüğümüz ağıt, yitip giden insanlığımızadır.

İnsanı, insanımızı, insanlığımızı tükettiler. Tuhaf yaratıklarda doldurdular koca ülkeyi. Ama işte uzun karşı devrimin sonu yaklaştı. Duyduğunuz çürüyüp yıkılanın uğultusudur. Kaldırın bakın başınızı, yapıp edebilecekleri işte böylesi bir çölden ibaret.

Evet, tükettiler insanı. Ortaçağ artığı zombiler yürüyor sokaklarımızda. Ama az kaldı sabaha. Güneş doğdu doğacak, devrilip gidecekler!