İki Aydınlanma

Aydınlanma, uzun dinsel kapanışın doruğunda insanlığın ışığa ulaşmada yeni bir yol arayışıydı. Kurumsallaşmış din gördüğü her yerde sapkın gördüğü bu arayışı baskılamaya çalışıyordu. Ama insan merakı şahlanmış, dizginlenemez bir hal almıştı. Avrupa’da parası ve sonsuz merakı olan adamlar türedi, bir ucu İskenderiye’ye dayanan uzun araştırma gezilerini finanse ettiler. Orada bulduklarını düşündükleri Hermetik metinleri tercüme ettirdiler ve gizli toplantılarda huşu içinde okudular. Okudukça, buldukları bu metinlerin Kilisenin kitabından daha eski olduğuna inandılar. O meraklı adamlar o metinlerde kurumsallaşmış dinin eski orijinal halini görüyorlardı.

Filozof, rahip, gökbilimci ve okült Giordano Bruno, o metinleri okuyarak dinde büyük bir bozulma olduğuna karar verdi. O halde arınmak için Mısırlı olan eski orijinal dine geri dönmek şarttı. Copernicus, Batlamyus modelini kıyısından köşesinden kemirip yerine utangaç bir biçimde “Güneş merkezli evren” modelini koyarken, altan alta Mısır kökenli “Güneş dininin” gereğini yapmaktaydı. Hatta aydınlanmacılar arasında işi daha ileri götürüp Hıristiyan inanışının Mısır dininin bir yanlış anlaşılmasından ibaret olduğunu söyleyenler bile vardı. Aktörlerinin çoğu Masondu ve yüzleri antik Mısır’a dönüktü. Mısır’a duydukları derin bağlılık nedeniyle, o kültürden tek tanrılı dinlere kalan büyük mirası sezmişlerdi. İbadetler, inançlar, davranışlar, temele inildiğinde bütünüyle Mısır çıkışlı görünüyordu. Oruç, abdest, sünnet, tek tanrı gibi birçok inancın ve davranış biçiminin kaynağı orasıydı. Hıristiyanlığın teslisi ile İsis-Osiris-Horus inancı arasındaki bağı görmek için bilgin olmak gerekmiyordu. Öyleyse, “rasyonel” Aydınlanmacılar için “eski orijinal dine geri dönmek” doğru bir davranış olacaktı. Çoğu bunu yaptı. Tanrının “Güneş” olması gerektiğine inanıyorlardı. Güneşi tanrı yaptılar. Evrenin merkezine güneşi oturtup dünyayı onun etrafında dönen basit bir gezegen derecesine indirgerken, inançlarının da gereklerini yerine getirmiş oldular.

Kilise, kendisine yönelik bu etkisiz eleştirileri küçük tepkilerle geçiştirmeye hazırdı ama o da bu arayışlarda kendisi için çok tehlikeli olan bir şeyi, dinin ham halini görmekteydi. Hıristiyanlığın ilk yüz elli yılı bu eğilimlerle mücadele içinde geçmişti. Kilisenin lanetiyle şeklini ve içeriğini yitirmiş bir kavram olan “paganizm” aslında göründüğünden daha renkli ve daha zengin bir kavramdı. Ve içinden her zaman en az Kilisenin öğretisi kadar kapsamlı bir başka öğreti çıkma ihtimali vardı.

Bruno’ya ve Copernic’e gösterilen tepki de gerçekte bu korkuyla ilgiliydi. Vatikan, bu devrimci arayışların arkasında Hermetik-okültist inançların gizli olduğunun farkındaydı. Tehlikeli bulduğu şey de o inançların ta kendisiydi.

Ama bütün bu arka plana rağmen, Aydınlanmanın dinsel kökenleri bir sır olarak kaldı. Batı, kendi inşasında rol üstlenen insanları sıra dışı, akıllı, çıkıntı adamlar olarak sunmayı daha uygun buldu. Çünkü o adamların toplumsal düzenine karşı gericilik Kilise ile işbirliği yaparak Batının inşasını kendi istediği gibi yönlendirmişti. Dinle işbirliği yapan yeni Batı yıkıcı inançları yıkıcı fikirlerden daha tehlikeli bulmaktaydı. Örttü. Örtü Hermetizmin ve Masonluğun üzerindedir.

Ama o meraklı tuhaf insanlar planlamasalar da bir yol açtılar. Meraklarının peşinden giderek kurumsallaşmış dinin dışında bir düşünsel alan yaratılmasına vesile oldular. Ve birden bire uzun Ortaçağ karanlığının ortasında göz kamaştırıcı bir ışık belirdi.

***

Karanlığı yıkıp geçen bir halk hareketine dönüşmeden çok önce her biri küçük bir kale görünümündeki korunaklı kentler arasında dolaşan bir takım tuhaf insanların işiydi aydınlık. Yerleşik dini eleştire eleştire dinsizliğin denizine yelken açan son dönem Aydınlanma filozofları işte o tuhaf adamların paltosundan çıktı. Bilim için dinden kurtulmanın şart olduğu kanısını yaygınlaştırdılar. Büyük Fransız İhtilali’nin kilise karşıtı girişimleri bu radikalizmin doruğu oldu.

Oysa görünüşün tersine Aydınlanma filozoflarının çoğu derin bir biçimde dinseldiler. Kiliseye muhaliftiler ama kaybolmuş bilgeliğe inanıyorlardı. Laboratuvarlarında aradıkları şey bilimden çok simya sihirbazlıklarıydı. Sonunda bilimi buldular. Büyük Fransız Devrimi de, kiliseyi yerle bir ederken yerine kendi bilim kilisesini kurmayı amaçlamıştı. Bilim, örgütlenmiş din ile eski inançlara bağlı tarikatların çatışmasından çıktı. Ama bu, bilinçli bir çabanın sonucu değil, bir kaza ürünüydü. Simyacıların büyüye ulaşmak için denemekten başka yolu kalmamıştı, deneye deneye kimyacı oldular.

***

Demek Aydınlanma ile büyük insanlık ailesinin önüne yeni ve bilinmedik bir kapı aralanmıştır. Bu dinle ilgili anlayışımızı da ileriye taşıyan bir kapıdır. Diyor ki bize; Dindeki tutarsızlıklar, bilime aykırılıklar onun doğasındandır. Çünkü o bir inanç sistemidir; malzemesi inanışlardır, mantığa ihtiyacı yoktur. Sünnet olur, çünkü Yahudiler de sünnet olmaktadır. Abdest alır, çünkü Sabiler de yıkanmaktadır. Meleklere inanır, çünkü eskiler çok tanrılıdır. Paganlar için de kutsal olan bir göktaşına tavaf ettikleri, inanç sahibine bilimsel olarak nasıl anlatılabilir ki? Bir inanç mensubu, farz edelim bir Hıristiyan veya bir Müslüman, dünyanın düz ve öküzün boynuzları üstünde olduğuna inandığı için kınanamaz zaten. Ama illa gerekliyse bir Hıristiyan veya Müslüman oldukları için kınanabilir. Sorun sistemin bütünündedir çünkü. Dine akıl ve mantık yükleme çabaları beyhudedir. Din, sonsuz evren karşısında, kısa hayatımızı rahatlatacak basit cevaplar sunar bize. Deyim yerindeyse “nefsimizi köreltir”. Bilim ile yürümek ise, henüz verilmemiş yanıtlarla yürümeyi göze almaktır. Bu gerilimi kaldırmak inançtan çok bilimsel bir terbiye ve disiplin ister.

Cahil her şeyi kendisinden başlatır. Tak tanrılı dinler, yeni bir ahlak yaratmanın ötesinde örgütlenmiş cahilliktiler. Her şeyi kendilerinden başlatmak için, içinden çıktıkları eski inançları yıktılar veya sildiler. Eskiden duydukları derin korku nedeniyle yeni oldular. Tarihsiz bir halk yaratıp, yeni bir tarihin kapısını açtılar.

Her şeyi kendisinden başlatan cahildir. Museviliğin içinden çıkan Hıristiyanlığın hiçbir yeniliği yoktu. Bir Yahudi tarikatı olmak üzere çıktıkları yolu yeni bir din olarak tamamladılar. Peki, Musevilikten önce Beni İsrail, Hıristiyanlıktan önce Hıristiyanlar, İslamiyet’ten önce Araplar dinsiz miydiler? Eskilerin “puta tapar” oldukları hep söyleniyor ama put hiçbir zaman ortak bir geçmişe işaret etmez. Dinler eninde sonunda birbirlerinin içinden çıkar. Evet, Yahudilerin Atoncu, Hıristiyanların Yahudi, Müslümanların da hepsiyle birlikte Sabi oldukları çoktan unutuldu. Gerçeklerin ortaya çıkmak gibi bir eğilimleri vardır yine de. İddialarına bakılacak olursa hepsinin ortak inancı tek tanrı ama ortalık teslisten, ne tanrı ne insan olan meleklerden, imanın şartı haline getirilen pagan mabedi ziyaretlerinden geçilmiyor. Din değişmiş ama tavaf aynı tavaf. Bilimle baksan hepsinin inkâr ettiği geçmişini görürsün!

Şimdi yeniden din ile ilgili büyük soruların sorulduğu o aydınlık çağın eşiğindeyiz sanki. Hemen her şeyi kontrolü altına alma arzusuyla kabından taşan inançlar, tarihi de yeniden ışığın geldiği o kaynağa doğru sürüklüyor. Üzerimize doğru gelen aydınlık bir dalga var…

Bilimi de, dinleri de yaratanlar bizleriz. Dinde olduğu gibi bilimde de bir “anlayış” sorunumuz var. Tarih, aydınlık din adamlarının ve dar kafalı bilim papazlarının mümkün olduğunu gösteriyor. Anlayışımızı daha kapsayıcı kılmak, dinde olduğu kadar bilimde de dar kafalılığa düşmemek hepimizin temel ödevi.

***

İki kitap var önümde. İlkine yazar, ikincisine yazar ve editör olarak müdahil oldum. İlki Tekin Yayınlarının “Aydınlanma Tarikatı”, diğeri Yazılama Yayınlarının “kollektif” “Yeni Bir Aydınlanma İçin” adlı kitapları. İkincisinde benden ayrı olarak pek çok hocam ve arkadaşımın imzası var. İki kitap da zifiri karanlıkta ışık arayışının tutanakları.

Yine o ışıklı yoldayız. Işığın izinden gidiyoruz ve karanlığın nasıl aralandığını araştırıyoruz. Müsebbibi Aydınlanma Çağı’nın tuhaf adamlarıdır. 17. Yüzyılda açıldı, 18. Yüzyılda Büyük Fransız Devrimi ile taçlandı. Aydınlanmanın yaptığı açıktı; doğa ile insan arasındaki ilişkiden dini ve tanrıyı çıkarıyordu. İnsan böylece doğa ile doğrudan ilişki kuran öznel ve aydınlanmış bir tür olarak yeniden tanımlanıyordu. Yeni insan, dini bir varlık olmaktan çok felsefi bir varlık olacak, dinin buyruklarıyla değil aklıyla hareket edecekti. Aydınlanma çağının öncü düşünürleri işte o aklın otoritesine dayanarak tanrının kellesini uçurdular ve böylece kralın kellesinin uçurulması için gereken akli ortamı hazırlamış oldular. Son adımı atmak Kant’ın izinden giden "Incorruptible” Maximilien Robespierre’e kaldı. Kurmak için kırmak gerekiyordu, çok kırıcı olduğunu biliyoruz.

Demek ki Aydınlanma ile başlayacaksak Kant’ın ve onun pratik hali Robespierre’in izinden yürümeliyiz. Bu iz ise bize “Jakoben” bir yolu işaret etmektedir. Kant’tan dolayı tanrısız, Robespierre’den dolayı kralsız bir yoldur Aydınlanma. Kralsızlık cumhuriyete, tanrısızlık ise laikliğe yolu açar. Bunlar, laiklik ve cumhuriyet, aydınlanmanın olmazsa olmazlarıdır.

Yoldayız ve ışığı görüyoruz…