Hürriyet ile Cumhuriyet arasında

Daha önce belirtmiştim; Cumhuriyeti silersen Abdülhamit’e varırsın. Neden Abdülhamit? Mecburiyetten. Misal, Vahdettin’in nesine varacaksın? Böylesine kirletilmiş ve cehalete itilmiş bir ülkede bile İngiliz gemisiyle sıvışmış bir soytarıdan aziz çıkaramazsın. Bu durumda tek numarası iktidarını umutsuzca uzatmaya çalışmak olan Hamit’in kapısını çalacaksın.

Çaldın kapıyı diyelim, ne bulacaksın? Küçülme döneminin padişahıdır Hamit. İktidarda olduğu 30 yılda Romanya’yı, Balkanlar’ı, bugünkü Yunanistan topraklarını, Kars-Ardahan-Batum hattını, Kıbrıs’ı, Tunus’u, Libya’yı ve Mısır’ı kaybetti. Anadolu’ya sıkışıp küçülmüş ülke onun eseridir.

1876’ta tahta oturdu. Bir yıl sonra Osmanlı-Rus harbi patlak verdi ve Ruslar Osmanlı topraklarında hiçbir direnişle karşılaşmadan ilerleyip başkentin kapılarına dayandı.  İki yıl sonra, 1878’de, Berlin’de bir kongre düzenlendi. Osmanlı, Rusya, İngiltere, Avusturya, Fransa, İtalya ve Almanya kongrede “Şark Meselesi”ni masaya yatırdı. Gerçekte ise Osmanlının parçalanması planlanıyordu. Osmanlı-Rus harbi enkazın kaldırılıp atılmasının çok kolay olacağını göstermişti.

Hamit, denildiği gibi “Müslümanlığı sahici, dindarlığı siyasi” bir zavallı âdemdir. Bu kötü gidişi durduracak ne bir fikri, ne de bir planı vardı. Tek çaresi Tanzimat’tan bu yana yapılmaya çalışılan reformları sürdürmek ama bir yandan da bunu “kitabına uydurmaya çalışmak”tan ibaretti. Lafta şeriatçı ve antiemperyalistti, gerçekte “düvel-i muazzama”nın masaya sürdüğü piyonlardan biriydi. Panik içinde kaçınılmaz olan yıkılışı ertelemeye çalışırken, dedelerinden kalan toprakların elinden kayıp gidişine tanıklık etti. Gerçi sorun sadece onda veya devletinde değildi, dünya kabuk değiştiriyordu. Tahta oturduğu yıl ile Birinci Büyük Savaş arasında geçen çeyrek asırdan biraz fazla zamanda dünyanın dörtte biri el değiştirdi. Bunda da büyük pay Osmanlı topraklarınındı.

Sonunda imparatorluğunun hızlı çöküşü o kadar belirgin hale geldi ki “düvel-i muazzama” elde kalan Anadolu’yu da paylaşma planı yapmaya girişti. Osmanlıya bıraktıkları Orta Anadolu’dan Batı Karadeniz kıyılarına uzanan küçük bir toprak parçasından ibaretti.

Cumhuriyeti yıktılar ve Hamit’in kapısına vardılar, görüp görebilecekleri işte bundan ibarettir. Azizleri “düvel-i muazzama”nın piyonu, kendi halkının celladıdır. Bugüne bakınca daha iyi görüyoruz; büyük güçlerin piyonu olanların halkının celladı olmaları kaçınılmazdır.

Cumhuriyeti silik ülkede biz de Hamit’i görüyoruz. Sarayında kendine has bir dünya kurmuş cahil bir yobaza bakıyoruz, hem piyon hem cellattır.

***

Peki, bu durumda biz hangi kapıyı çalıp, kime varabiliriz?

1789 Büyük Fransız Devrimi’nin Osmanlıya ilk etkisi 30 yıl sonra, 1821’de, Yunan ayaklanmasının patlak vermesi oldu. Avrupa, Antik Yunanlıların torunlarının başkaldırısı olarak selamlamıştı isyanı. Barbar Türklere karşı Yunanlıların özgürlük savaşı söz konusuydu. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın askerleri koştu yetişti, isyanı bastırdı. Fakat Avrupa devletlerinin müdahalesiyle Yunanistan ayrıldı. Bundan böyle Yunanlıları Yunan devleti idare edecekti. Bu kopuş, aynı zamanda İmparatorluğun diğer ahalisine yaklaşmakta olanı haber veriyordu. Ermeniler Ermeni devletine, Türkler Türk devletine mecburdu. Fransız Devriminin artçı sarsıntılarıydı bunlar. Devrim Avrupa’yı düzlemiş, düzlenen Avrupa sınırları ötesine şekil vermeye başlamıştı.

Yunan ayaklanması sadece bir başlangıçtı. Osmanlı İmparatorluğu içinde gelişen milliyetçilikler yüzünden çöktü ve çöküşü yeni milliyetçiliklerin doğuşuna ebelik etti.   

Hamitist küçülme, 20. yüzyılın başında bir felakete dönüşmüştü. Hem saray hem de halk ülkenin hızla parçalandığını görüyor, bunu durduracak bir çare bulamamanın umutsuzluğuyla akıbetini bekliyordu. Denklemi değiştirecek adımı bir avuç aydın-subay attı. Rumeli kaynaklı bu hareket Hamit’i devirerek felaketi durdurmayı deneyecekti. 1908 Devrimi ülke için umut ve vaat dolu bir dönemin kapısını aralamıştı. Anayasaya dayalı hukuki bir düzen kurulacak, devlet kurumları çağdaşlaştırılacak, ülke ayağa kalkacak ve dış güçlere karşı güçlü bir şekilde dikilecekti. Özgürlüklerin güvence altına alınmasıyla cemaatler arasındaki gerilimler ortadan kalkacak, vatana huzur gelecekti. Hürriyet kahramanı Enver durumu şöyle özetliyordu: “Bundan böyle Müslim, gayrı Müslim bütün vatandaşlar elbirliği ile çalışacak, hür milletimizi, vatanımızı, daima yükselmeye sevk edeceğiz. Yaşasın millet, yaşasın vatan!”

Öyle oldu, halk sokaklarda toplandı ve aralarındaki farklara bakmaksızın kol kola girip dans etti. İmamlar, hahamlar ve rahipler kucaklaştı, Rumlar Türklerle birlikte yürüyor, Ermeniler Kürtlerle yan yana duruyordu. O Temmuz günlerinde ülkedeki hemen herkes hayatlarının olumlu yönde değişeceğine inanıyordu.

Fakat 10 yıl sonra, 1918’de, imparatorluk tam bir enkaza döndü. Bir zamanların o cesur ve umutlu İttihatçıları, kurtarmaya yemin ettikleri imparatorluğu düvel-i muazzamanın insafına bırakarak kaçıp gitti. Osmanlı’yı, Saray’ı, onun bir uzantısı sandıkları ülkeyi içine düştüğü çürümüşlükten kurtarmak istiyorlardı ama sonunda gidip o çürümenin bir uzantısı oldular. 1908’deki umuttan eser kalmamıştı. Ülke parçalanmış, ondan geriye kalan topluluklar birbirini boğazlamaya başlamıştı. Müslüman Hristiyan’ı, Hıristiyan Yahudi’yi, Türk Ermeni’yi, Ermeni Kürt’ü boğazlıyordu. Hamit’i devirenler Hamidizmin bir uzantısına dönüşmüş, amaçları küçük iktidarlarını korumaktan ibaret kalmıştı.

Devrimini tamamlayamayan, çöküşün bir parçası haline gelir.

Demek ki Enver’e ulaşıyoruz. Enver, imparatorluğu eski parlak günlerine döndürmek istiyordu. Bunun yolu da kayıpları geri almaktan geçiyordu. Sonunda o hayalin peşinde Asya içlerinde Türkleri ayaklandırmak isterken bilmediği topraklarda can verdi. Demek ki Mustafa Kemal’e varıyoruz. Mustafa Kemal Enver’e göre daha makul veya daha mütevazı bir yol tutturmak istiyordu. Talihi yardım etti, bugünkü sınırlar onun eseridir. Hamit onların, Enver ve Mustafa Kemal bizimdir.

***

Enverist Hürriyeti, Kemalist Cumhuriyete bağlıyoruz. Çünkü 1908’in iyimserliği ile 1918’in karamsarlığından çıktı Cumhuriyet. Ortasında Enver ve kıyısında Mustafa Kemal var. 1918’de imparatorluk dağıldı ve Hamit öldü. Devrim, 1908’in iyimserliğini devralacak ve 1918’in karamsarlığını dağıtacaktı. Ve yeni hareketin öncekinden tek bir farkı vardı; ortalıkta kurtaracak bir imparatorluk ve boyun eğecek bir saray kalmamıştı. Haliyle onlar da kendi yollarını kendileri çizmek zorunda kaldı. Buna devrim diyoruz.

Devrim, kendi yolunu kendi çizme işidir.

***

Cumhuriyeti silersen Abdülhamit’e varırsın. Bizim ise 1908’den daha geriye gitmemiz mümkün değildir. Ucunda Cumhuriyet olduğunu biliyoruz, Hürriyet’e tutunmaya çalışıyoruz.

Gericilik ise Hürriyet ve haliyle İttihatçı düşmanlığı ile başlar. Daha yakın zamanda, Cemaat AKP’ye karşı henüz kalkışmamışken en moda suçlamalardan biriydi İttihatçılık. Buna bir de Jakobenizmi eklemişlerdi. Geçen yüzyılın bütün suçları bu bir avuç Jakoben İttihatçının başının altından çıkmıştı.

Hâlbuki 1908’in şafağında Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Kürtler herkes İttihatçıydı. Taşnaksutyun, İttihatçıların en önemli müttefiklerinden biriydi. Fakat İttihatçılar devlet bütünlüğünü korumaya çalışırken onlar özerklik peşindeydi. Bu da Kürtlerle çatışmaları beraberinde getiriyordu. Bir ara İttihat’tan aldıkları destekle Kürtlerle meselelerini halletmeye kalkışınca pek çok Kürt ayaklanması patlak verdi. Hatta İttihatçılar daha da ileri giderek Hamidiye Alaylarını dağıttı ve Hıristiyanları da askere almaya başladı. Muhalifleri, İttihatçıları Hıristiyan ve Yahudi yanlısı olmakla itham ediyordu. O kadar ki 1909’da patlak veren gerici 31 Mart vakasını fırsat bilenler Adana’da binlerce Ermeni’yi katletti.

İttihatçı subayların çoğunluğu, hızla kaybedilen imparatorluk topraklarından geliyordu. Uçlardaki felakete tanık olmuşlar, daha büyüğünün yaklaşmakta olduğunu anlamışlardı. Sonunda değişik inançlardan insanları yok etme noktasına gelmiş olmalarının nedeni 1908 hülyasının paramparça olmasından duydukları hayal kırıklığıydı. Çürümenin ortasında yakaladıkları o son ışık sönüp yitti. Geriye katliamlar, açlık, salgın hastalık ve sınırsız düşmanlık kaldı.

Karamsarlık umudun türevidir. Tabloya bakıp karamsarlığa kapılmak ayrı, dediğimiz, umutsuz devrim mümkün değildir. Gezi’de gördük, umut parlamaya hep hazırdır ve fakat o ışığı devrime taşıyacak örgütlü bir güç gerekir.

Devrimini tamamlayamayan çöküşün bir parçası haline gelir. Umudumuz var, bu çöküşün bir parçası olmayacağız.