Fırıldak Kubi’ye iade-i itibar

Yaşı denk gelenler bilir, 1990’lı yıllarda meşhur bir milletvekilimiz vardı. Adı Kubilay Uygun’du ama ondan daha çok “Fırıldak Kubi” diye bilinirdi. Fırıldaklığının sebebi çok parti değiştirmiş olması. Bu konuda o kadar ustalaşmıştı ki geçişlerde neredeyse ışık hızını yakalamıştı. Şöyle özetleyeyim:

1995’te Bülent Ecevit’in DSP’sinden milletvekili seçilerek meclise girdi. 3 Temmuz 1996’da DSP’den istifa etti. 4 Temmuz’da DYP’ye katıldı. İki gün sonra ayrılıp DSP’ye döndü. 30 Temmuz’da DSP’den bir kez daha ayrıldı, aynı gün yeniden DYP’ye giriş yaptı. 27 Haziran 1997’de DYP’den ayrılıp, aynı gün MHP’ye katıldı. 18 Temmuz’da MHP’den istifa etti. 28 Aralıkta DTP’ye katıldı, 10 Haziran 1998’de istifa etti. Bu dönüşleri sırasında anlaşıldı, seçilmeden önce CHP’de siyasete atılmış, hemen ardından ANAP’a geçmişti. Lise mezunuydu ama çok marifetliydi. Portföyünde Afyonkarahisar İl Genel Meclisi üyeliği, ANAP İl Yönetim Kurulu üyeliği, CHP belediye başkan adaylığı, yerel televizyon sahipliği ve yönetim kurulu başkanlığı, serbest tüccarlık, evlilik ve 2 çocuk babalığı vardı.

Gidip gelişleriyle ünlenince bir söyleşi yaptılar zatıâlileriyle. “Bugün Kubilay, yarın Fırıldak Kubi, öbür gün Kubik, sonra Kubiş… Neyse yazsınlar. Ne yapayım” dedi. O kadar geniş görüşlüydü. Meclise gitmeye fırsat bulamıyordu. Bu sorun olunca Meclis’e gitmemek için hekim raporu aldı fakat parlamento tarihinde bir ilk oldu ve raporu reddedildi. Bunun üzerine milletvekili Uluç Gürkan “raporu ruh hekiminden alsın, o zaman kabul edilir” dedi. Güldü geçti, “beraber gidelim” dedi.

Kafası bozulmuştu, “Kafanızdan başka bozulan bir yeriniz var mı?” diye sordular. “Hemoroitten de ameliyat oldum” diye cevapladı. “80 öncesi Genç Ülkücüler Teşkilatı’nın kurucusuyum. Bozkurttum yani” deyince “DSP’de ne arıyordunuz?” diye sordular. “O da onların problemi” diye yanıtladı. Müthiş bir tiptir.

Asıl önemlisi şu: “Sizin ne özelliğiniz var ki bütün partiler çağırıyor?” diye sordular. Şöyle cevapladı: “Bir özellikten değil. Piyon olduğumuz için işte. Çağırıyorlar, işlerin yapılacak diyorlar. Bir şey olmayınca başka kapı arayışına giriyorsunuz. Dolayısıyla ben vatandaşa bunların birbirinden farkı olmadığını göstermiş oluyorum.”

Fırıldaklığın tarihini yazdı ama yine de derinlerinde bir yerde vicdan kırıntıları taşıyordu. 2016’da kaldığı otelde intihar etti. Yaşadığı maddi sıkıntılar yüzünden yaptığını iddia ettiler. Arkasında ailesine verilmek üzere bir not bırakmıştı. Şöyle diyordu notta: "İntihar ettiğim silahımı satın, otelin parasını ödeyin…"

1990’lı yıllarda herkes dönüş hızına bakıp onun işleyen düzende bir sapma, bir arıza olduğunu düşünüyordu. Hâlbuki sapma Kubi’nin dışında kalanlardaydı. Cumhuriyet çökmüş, iktidarı, partisi, parlamentosu çıkarından başka hiçbir değer tanımayan fırıldaklarla dolmuştu. Fırıldık Kubi dönemin ruhunu çözmüştü, dönerken izlediği tek rota vardı; Kişisel çıkarının peşinden gidiyordu.

***

Herkes Kubi kadar zeki ve çevik olamaz biliyoruz. Geçenlerde “Profesör” unvanı taşıyan Özgür Demirtaş adlı biri, sosyal medya hesabından şöyle bir mesaj paylaştı. “Türk-Kürt-Arap-Çerkez, Alevi-Sünni-Şii-Caferi, Sağ-Sol-Akp-Chp, Fatih Sultan-Atatürk-Osmanlı-Türkiye, kavgayı bırakın. Devir siyaset devri değil, devir teknolojiye yatırım devri, devir liyakat devri, devir akıl devri, bilim devri. Kavgayı bırakın...”

10 binin üzerinde paylaşım 50 binin üzerinde beğeni aldı bu lakırdı. Demek kolektif bir cehalet ile karşı karşıyayız artık. Kubi fırıldaktı mırıldaktı ama mevzunun derinlemesine siyasal bir içerik taşıdığının farkındaydı. “Siyaset yapmayın, keyfinize bakın” demiyordu o yüzden. Formülü çözmüştü o, “siyaset yapın, keyfinize bakın” mesajı vermeye çalışıyordu.

Ben de paylaştım “ama cehalet bulaşıcıdır” anlamına gelen bir yorumla beraber. Bu yorumuma bozulanlar oldu, düzenin dahi çocuğuna laf çakan bir zıpçıktı ile karşı karşıya olduklarını düşündüler haliyle.

Ama ben ısrarcıyım cehaletin bulaşıcı olduğunda. Bunun zekâyla falan ilgisi yok. Bütün uluslararası diplomaları alsan bile okullarda bebelere “Ölürüm Türkiyem” marşı çalınmasından, camilerde okutulan hutbelere kadar her şeyin politik olduğunu, hatta toplumu doğrudan bir politik partinin programına sığdırma çabası olduğunu bilmiyor, anlamıyorsan ya cahilsindir ya ahmak. Bununla mücadele etmenin tek yolu başka işleri derhal bırakıp politik olmaya başlamaktır. Bunu da basitçe “örgütlenmek” parti haline gelmek, cepheleşmek, insanları başka bir ülkeyi hedefleyen, başka bir politika etrafında toplanmaya çağırmak olarak tanımlıyoruz.

Düzenin zeki çocuğuymuş arkadaş, büyük bir holdingin vergiden düşmek için açtığı üniversitede kürsü sahibi olmasından anlıyoruz. Fakat ne patronunun ne de o patrona hizmet eden düzenin zekâyla, bilgiyle, bilimle bir ilişkisi kalmamıştır artık. Karşı devrimci bir sınıfın ne bilgisi, ne becerisi olacak? Onun dehası da politikaya çarpık bakmaktan ibarettir ancak. “Boş verin politikayı” demek, sömürüye, zulme, eşitsizliğe, çarpıklığa, yobazlığa itiraz etmeyin demektir.

Kızmaca yok, biz bunların dışkı yiyenini bile gördük. Utanmaz bir Kenan Evren savunucusudur. Nobel ödülünü Genelkurmay’a, kütüphanesini Saraya bağışlayanı da var. Bilgi, birikim, zekâ düzenin duvarına çarpıp parçalandıktan sonra kendi üzerine çöküyor. Dehanın intiharıdır.

Hep böyle, romancısı Orhan Pamuk, şarkıcısı Orhan Gencebay, filmcisi Hülya Koçyiğit. E haliyle fotoğrafçısı da Saray düğünü eşliğinde göçtü gitti dünyadan. Son çektiği fotoğraf, sanatına koca bir tekziptir. Ne çekecek başka? Ülke artık bin küsur odalı saraydan ibaret. Fırıldak Kubi’nin kulakları çınlasın!

***

Yazdıklarım kişisel algılanmasın diye hatırlatayım. Büyük şairimiz Can Yücel, vaktiyle Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e hakaret ettiği gerekçesiyle iki yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. Yaşı ilerlemiş, sağlığı bozulmuştu, hapse atılma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Tepkiler, bildiriler, imzalar falan derken Yargıtay kararı bozdu, tekrar yargılanmasına karar verdi. O arada büyük şairimiz Cumhurbaşkanı Demirel'e mektup yazarak özür diledi. Fakat mahkeme özrü dikkate almadı, şairi 1 yıl 2 ay hapse mahkûm etti. Bu olayın ardından şair fazla yaşamadı, göçtü gitti. Bana sorarsanız o mektubu yazdığında zaten ölmüştü.

Dehalar için ölüm tarihi, zekâlarına ihanet ettikleri andır.

***

Demem o ki mesele zeki olmakta değil. Mesele bu düzenin zekâya, dehaya, bilgiye, bilime ihtiyacı kalmamasında, bunlara sırtını dönmesinde.

Zekânı, bilgini geliştirmek, kullanmak istiyorsan düzenle bağını koparacak, bu kokuşmuş düzenle mücadele edenlerin saflarına katılacaksın öyleyse. Geleceksin, direneceksin, vatanını, halkını, sınıfını sevmeyi öğreneceksin. O zaman parıldayabilir ancak zekânın ışığı.

Yoksa alleme-i cihan olsan, anca holding patronuna yancı olursun!