Duvar

İsmet İnönü solcu muydu?

Önde gelen aktörlerinden olduğu devrimin ışığı 1930’lu yılların ortasında sönmüştü. Kurucusu olduğu devletin resmi partisi CHP ise 1940’lı yıllarda çoktan düşüşe geçmişti. Partinin devrimi silikti ama genç devletin sopası hala elindeydi. Devrim istemiyordu ama sopa sallamaktan vazgeçmiyordu. İçinden çıkan DP o sopayı elinden alma iddiasındaydı. Bunun için halkın desteğine ihtiyaç duyduğu sürece demokrat göründü. Halkın desteğiyle sopayı eline geçirir geçmez “demokratik” gericilikten, “mutlakiyetçi” gericiliğe doğru yelken açtı. İnönü bile iktidarı “adım adım mutlakıyete gidiyoruz” diye uyarmak ihtiyacı hissetmişti.

Demokrat Parti için “demokrasi” halkın oyunu almaktan ibaretti. Büyük toprak sahipleri ve tüccarlarla iş birliği halinde devlete el koydu, CHP’yi bütünüyle iktidardan uzaklaştırdı. Sonra iktidarı muhalefetiyle hep birlikte Batıya yaranma yarışına girdiler. Türkiye’nin NATO’ya girişi ve Emperyalizmin sıradan bir ileri karakolu haline gelişi bu yıllardadır. Ezilen mazlum milletlerin direniş örneği olan ülke az zamanda sıradan bir üçüncü dünya ülkesi haline gelmiş, bir bilinmeze doğru yuvarlanıyordu.

“Demokrat” iktidar, uçurumu fark etmiş İnönü’nün alçak sesli itirazlarına bazı CHP milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırarak cevap verdi. Sonra aydınları hedef aldı. Fütursuzca saldırıyor, kırıyor, döküyordu. Sansür kural haline gelmişti. Freni patlamış Adnan Menderes, CHP’nin mallarına el koymaktan söz ediyordu. Üniversiteler kaynaşıyor, öğrenci hareketleri hızla büyüyordu. SBF Dekanı Turhan Feyzioğlu’nun görevden alınması büyük bir aydın hareketinin başlama vuruşu olmuştu. DP’nin geri çekilme kabiliyeti olmadığı anlaşılmıştı.

Kurucu partinin sola meyletmesi de bu sıkışmışlık nedeniyleydi. 1957 seçimlerine doğru giderken CHP “sosyal demokrat ilkelerden” söz ediyordu artık.

İktisadi-sosyal gelişmeler CHP’yi böylesine bir değişime zorlarken DP’nin kurucu babalarından Celal Bayar 50 yıl içinde 50 milyon nüfusa ulaşmış küçük bir Amerika yaratma hayalinden söz ediyordu hâlâ. Ama her halükârda Komünizmle mücadele ortak birleştirici paydalarıydı. CHP’yi ülkeyi Komünist Rusya’ya satmakla suçlayan Menderes Batıdan umduğu desteği alamayacağını anlayıp Rusya’ya yanaşınca alaşağı edildi.

Fakat DP silahlı müdahaleyle tarihe karışınca CHP üzerindeki sol baskı daha da artmıştı. 1960’lı yıllar ülkenin sola açılış yıllarıydı. Umulmadık bir biçimde meclise girmeyi başaran TİP düzenin aktörlerini ürkütmüştü. CHP’ye duvar örme rolü düşüyordu bu durumda. İnönü buna cevap olarak “ortanın solu” kavramını icat edecekti. Şöyle diyordu: “Ülke tam sola kayıyordu, ortanın solunun gerekçesi tam sola gidişin önlenmesidir… Marksizm ve aşırı ucu komünizmle tam karşı karşıyayız… Ortanın solu, ortanın çok soluna da çok sağına da bir duvardır.”

Ne İnönü ne de CHP solcuydu. Solculukları engellemek için var oldukları şeyin yansımasıydı. Düzeni korumak için ördükleri o duvara önünde dövüşen, direnen solun gölgesi düşüyordu.

***

Ecevit solcu muydu?

Sokağın sola, devletin sağa kaydığı bir dönemde yükseldi. DP’nin açtığı yol tamamına ermişti, artık bürokrasi bütünüyle sağın kontrolündeydi. 27 Mayıs’a karşı sağ bir darbe olarak ortaya çıkan 12 Mart darbesinin amacı sokağın sola kaymasına engel olmaktı. 15-16 Haziran işçi direnişi sokağın gücünün nelere kadir olduğunu bir kez daha göstermişti. Döneminin Genelkurmay Başkanı General Memduh Tağmaç endişeyle 15-16 Haziran olaylarını izlemiş ve “sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi aştı” diye özetlemişti durumu. İnönü’nün “ortanın solu” duvarı sosyal gelişmeyi durduramamıştı.

Genç Bülent Ecevit daha yaratıcı bir yol bulmuştu. Dediğine göre ortanın solu sosyal demokrasiye işaret ettiği için halktan itibar görmemişti. “Demokratik sol” ondan daha uygun bir kavramdı. Açıkça söylüyordu zaten; demokratik sol, Marksizm’den kaynaklanan sosyal demokrasi ile CHP arasına mesafe koyma ihtiyacından ortaya çıkmıştı.

İnönü gitti Ecevit geldi. 12 Mart solun yükselişini durduramayınca İslamcı MSP ile koalisyon hükumeti kurup yeni duvar örmeye girişti. O da yeterli olmayınca MC hükumetleri dönemi geldi. Faili meçhul cinayetler, devlet terörü, yoksulluk sokağa indi. Düşük yoğunluklu iç savaş sokağın sola kaymasına sağa kaymış devletin cevabıydı. Ülke hızla 12 Eylül karanlığına doğru yuvarlanıyordu.

Ecevit’in düzen nezdinde en büyük başarısı 1970’li yıllarda sokağı bütünüyle ele geçirmiş görünen solu arkasına takması oldu. İktidar perspektifinden bütünüyle uzak olan sol “Umudumuz Ecevit” histerisinin yayılmasına hizmet ederek, sokakta bir umut olma duruşunu kısa zamanda kaybetti. Sol ne zaman umudu dışarıda aramaya kalkmışsa faşizm gelip çuvallanmıştır üzerine.

Halbuki Ecevit “demokratik solun” Komünizmi engellemenin yolu olduğunu açıkça söylüyordu. Çok genç bir politikacıyken Ulus Gazetesinde şöyle yazmıştı: “Komünizme karşı başarılı mücadelenin başlıca şartlarından biri, Komünizmin, bilhassa kalkınmamış memleketler halklarına vadettiği bazı maddi nimetleri demokratik metotlarla da sağlamak, hem belki daha kolayca sağlamak mümkün olduğuna, bu nimetlere kavuşabilmek için siyasal hak ve hürriyetlerden geniş fedakârlıklarda bulunmak gerekmediğine halkı inandırabilmektir. Komünizme karşı başarılı mücadelenin başka bir şartı da, ‘gelecek nesillerin refah ve saadeti’ uğrunda bugün yaşayan insanların aşırı fedakârlıklara, ağır sıkıntılara katlanmaları gerekmediğini göstermektir.”

Kabın taşmaması için yoksulluğu, baskıyı hafifletecek tedbirler alınmalıydı. Tehlike büyüktü, aşırı sol akımlar halkın isyan duygusundan beslenip yaygın hale geliyordu. Ortanın solu sağlam bir duvar olacaktı.  “Komünizmi CHP önleyecektir. O güçlü oldukça, Türkiye’de komünizm olamayacaktır” diyordu büyük bir özgüvenle.

90’ların ikinci yarısında bürokrasinin devleti teslim ettiği Nurcu Fethullah Gülen’e yaslanarak “solculaşan” CHP’ye tepki olarak kurduğu Demokratik Sol Parti’yi iktidara taşımayı başardı. DSP hem sola, hem de aydınlara kapalıydı ama Fethullahçılara açıktı. “Tarikatları laiklikle bağdaşan ve bağdaşmayan olarak ayırmak gerekir” diyordu. Fethullah’ın tarikatı bağdaşıyordu!

Gericilerle, faşistlerle iş birliği içinde ülkeyi 12 Eylül karanlığının içine itmekte önemli rol oynayan Ecevit, 2000’li yılların başında AKP gericiliğine giden yolu da bizzat döşemişti.

Ne Ecevit ne de DSP’si solcuydu. Ecevit’e ve partisine, örnek olsun, Fethullahçı diyebiliriz ama solcu dememiz mümkün değildir. Solculuğu, engellemek için var olduğu şeyin yansımasıydı. Düzeni korumak için ördüğü duvara önünde dövüşen, direnen solun gölgesi düşüyordu.

***

Peki ya Kemal Kılıçdaroğlu?

Yeni CHP’nin başında ama DSP’nin eteklerinden geliyor. Yalçın Hocaya soracak olursanız tarikatçı olma ihtimali yüksek. Bir bakıma Ecevit’in minyatür bir modeli. Ecevit gibi umut yaratamıyor ama sol mecburiyetten “tıpış tıpış” kuyruğuna takılmış durumda. AKP gericiliğinin etkisiyle sol da kendi üzerinden çöktüğünden ara sıra aklına estikçe ulufe dağıtmakla yetiniyor. Bir tarikatçı gibi konuşuyor. Bugüne kadar ağzından sol, laiklik, cumhuriyet sözcüklerinin çıktığına tanık olan yok. Bırakın solculuğunu, sağcılığı kabak gibi ortada. Sol yoksa duvar örme ihtiyacı da yoktur. Talihsizliği bu!

***

CHP’ye çok yüklendiğimizi söylüyor bazı arkadaşlar. Haklılar. Ama şöyle bir durum var; biz düzene yüklenince karşımıza önce CHP duvarı çıkıyor. Solumuzun bir bölümünü de arkasına takarak her seçimde yeniden duvar örüyorlar önümüze. Bu tarihin dersidir; CHP’nin ve arkasına takmayı başardığı solun komünizmle mücadeleye katkısı Fethullah Gülen’den daha fazladır. Böyle olur, siz MC’yi, Özal’ı, gericiliği, faşizmi, AKP’yi durdurmak için oy verdiğinizi sanırsınız ama gerçekte durdurduğunuz tek şey solun gelişidir.

Evet yükleniyoruz. Çünkü önce önümüze dikilen duvarı yıkmamız gerektiğini biliyoruz. Onların işi duvar örmekse bizim işimiz de duvar yıkmaktır.

Demek ki soru bizim neden yüklendiğimiz değil, sizin neden yüklenmediğiniz. Yüklenin öyleyse, az kaldı yıkılmasına!