Didar-ı hürriyet için

Kasım 1979. İslamcıların iktidarının ilk günlerinde üniversite öğrencileri İmam Humeyni’nin emriyle Tahran’daki ABD Elçiliğini bastı. Elçiliği kısa sürede ele geçiren eylemciler, çoğu Amerikan vatandaşı 90 kişiyi rehin aldı. Bir kısmını serbest bıraktı. Geride kalan 52 rehineyi bir yıldan fazla rehin tuttu.

Nisan 1980. Türkiye hızla bir darbeye doğru sürüklenirken ABD Tahran Elçiliğindeki rehineleri kurtarmak için bir operasyon düzenlemeye karar verdi. Helikopterler İran'da bulunan Tebes Çölü'ne inecek, sonra doğruca Tahran'a gidilerek rehineler kurtarılacaktı. Fakat sahada işler ters gitti, helikopterlerden biri düştü, 8 ajan öldü. İran İslam devrimi, ABD emperyalizmini yenmişti.  

Asi öğrencilerin bastığı o elçilik şimdi müze. Burada sergilenen şifreli kapılar, denizaşırı görüntülü görüşmelerin yapıldığı odalar, telefon dinleme aletleri Amerikan emperyalizminin yarı sömürge bir ülkeyi kontrol mekanizmasından geriye kalanlar. Baskın sırasında elçilik görevlileri “gizli” belgeleri kâğıt kıyma makinesinde yok etmeye çalıştı. Ancak öğrenciler kâğıt kıyma makinelerinden geçirilen belgeleri sabırla birleştirdi. Kurtarılan belgeler 81 cilt halinde yayınlandı. 41. cildin konusu bizim ülkemizdir.

Ocak 2020. 40 yıl sonra ABD Bağdat Elçiliğinde yaşandı aynı sahne. İki bine yakın çalışanı, binlerce koruması olan, dünyadaki en büyük elçilik kompleksi bir anda düştü. İşgalcilerin tesisi ele geçirmeden geri çekilmesinin tek sebebi 1979’dakine benzer bir anti emperyalist öfkelerinin olmamasıydı. ABD çok korktu. Baskının sorumlusu olduğuna inandığı Devrim Muhafızları Komutanı Süleymani’ye suikast düzenledi. Eyleminin artçı sarsıntıları devam ediyor. 

1979’da İran’daki işbirlikçileri alaşağı edilmeden önce de çok güçlü görünüyorlardı halbuki. Elçilikleri dahil her şeylerini bir anda kaybettiler. İkinci baskının sahnesi de işgalleri altındaydı. Milyonlarca Iraklıyı öldürdüler, yandaşlarını iktidara getirdiler, ülkeyi böldüler, mezhep çatışmasını kışkırttılar. Sonra dönüp baktılar ki İran Irak’ta kendilerinden daha güçlü. Emperyalizmin çaresizliğidir.

***

Biraz daha geriye gidelim. Geçen yüzyılın başı. Tahran’da 1904’te başlayan olaylar arada büyük bir ayaklanmaya dönüşmüş, nihayet 1906’da İran Anayasası ilan edilmişti. İnkılap-ı Meşrutiyet, İran “Anayasa Devrimi”dir. İran halkları bu devrimle topraklarında hüküm sürmüş 2500 yıllık mutlak bir monarşiyi alaşağı etmeyi başarmıştı. 

İran meşrutiyet fikriyle çalkalanırken aynı anda Rusya’da isyan patlak verdi. Papaz Gapon önderliğinde 100 bini aşkın işçi Çar’a dilekçe vermek için Kışlık Saray’a yürümekteydi. Çar II. Nikola, kendisinden yardım istemeye gelmiş bu silahsız işçi topluluğuna ateş açtırdı, binden fazla işçi öldürüldü. Tahran’da ve Moskova’da aynı çığlık duyulmaktaydı: Kahrolsun istibdat ve yaşasın hürriyet!

Bunlar, bizim 1908 Devrimimizden iki yıl öncedir. Şimdi, aynı çığlık Selanik ve İstanbul sokaklarındaydı. Rusya ve İran’dan esen rüzgârlar, Büyük Fransız Devriminin devrimci ruhuyla birleşmiş, Boğaz kıyısındaki Sarayın duvarlarını dövüyordu. "Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet" diye yürümekteydi kalabalıklar İstanbul’da. Selanik’te, "Liberte, Egalite, Fraternite" diye yankılanmaktaydı sesleri. İran, Rusya, Türkiye halkları “didar-ı hürriyet”le, özgürlüğün güzel yüzüyle tanışıyordu. 

Sonra her üç devrimin üzerine de hışımla geldi monarşi. Kanlı çarpışmalar oldu ve zamanın saati durdu. Öyle zannettiler. Rusya Sosyalist Devrimle ışıldadı, Türkiye’de Cumhuriyetin ışığı parıldadı, İran modernist Rıza Şah’ın demir yumruğu ile tanıştı. 1917, 1923 ve 1925, yeni bir yolun başlangıcı, emperyalizmin çaresizliğidir.

Kapı kapıyı açar, sıçrama vakti gelmiş halklar açık kapılardan ilerler. Ruslar, İranlılar, bizler bir anlamda geçen yüzyılın ilk 30 yılındaki o büyük devrimci dalganın ürünleriyiz. İlerliyoruz…

***

Yüzyılın başındaki devrimci dalga, yüzyılın sonunda karşı devrimci bir ricata dönüştü. İran düştü, Türkiye darbeyle esir alındı ve kısa zaman sonra Rusya’da sosyalizm çözüldü. O gerici dalganın artçı sarsıntılarıyla boğuşuyoruz hâlâ. Tarih böyledir, gerilir, kasılır, sıçrar, durur, geriler. Sonra gücünü toplayıp yeniden harekete geçer. Devrim, gericiliğin cenderesinde bunalmış toplumların çıkış kapısıdır çünkü, bütün insanların birlikte mutlu olduğu tek zaman aralığıdır. Tarihi yaşayan insanlar yapar.

Rusya bir avuç oligarkın kontrolünde uzun süredir. Türkiye’de Amerikancı ılımlı İslamcıların hükmü sürüyor. İran’da devrimci taklidi yapan molla rejimi çoktan miadını doldurdu. Hepsi birden ölü taklidi yapıyor şimdi. Üç ülkenin üzerini gerici, çürümüş bir ölü kabuk kaplamış durumda. Sanki Çarlık, Sultanlık, Şahlık hortlayıp gelmiş, yeniden esir almış halkları. Rusya’nın, Türkiye’nin, İran’ın yoksul halklarının geçen yüzyılın başında olduğu gibi bu ölü kabuktan kurtulmaktan başka çaresi yok o yüzden. Düzenleri bir ölü kabuktur. Emperyalizmin çaresizliğidir.

***

Bu gerici saldırının komuta merkezine gelince. 2010 yılıydı. Savaşa karşı mücadele çağrısında bulunan 130'a yakın ABD'li savaş gazisi, o merkezin önünde, Beyaz Saray’da, açıklama yapmak için toplandı. Açıklamadan sonra çoğu gözaltına alındı. Veterans for Peace (Barış için savaş gazileri) örgütlenmesinde aktif rolü olan eski asker Mike Prysner'in konuşmasını soL’da yayınladık geçen gün. Şöyle diyordu özetle: 

“Irak’ta ve Afganistan’da bulunduk. Bu savaşların aslında ne için çıkarıldığını çok iyi biliyoruz. Orduya çeşitli sebeplerle katıldık. Çünkü üniversite eğitimi almak istiyoruz. Çünkü bir işe, sağlık hizmetine ihtiyacımız var. Bunlara sahip olabilmek için orduya katılıyoruz. Ve bize Afganistan’da mağaralarda yaşayan yoksul halkın düşman olduğunu söylüyorlar. Düşmanımızın diğer ülkelerdeki yoksullar olmadığını biliyoruz. Düşmanımız bizi işsiz bırakanlardır. Bize sağlık hizmetini çok görenlerdir. Eğitim almayı imkânsız hale getirenlerdir. Düşmanımız gezegenin yoksul ülkelerinde değil, tam da burada, en zengin olanında…”

Ne denilebilir bu açık teşhisin üzerine. Düşmanımız uzakta değil. Düşmanımız Rusya’nın, Irak’ın, İran’ın, Libya’nın yoksul halkları değil. ABD’nin yoksulları değil düşmanımız. Düşmanımız bizi aşsız, işsiz, düşsüz bırakanlar. Düşmanımız vatanımızı işgal eden kanlı orduların işbirlikçileri. Düşmanımız “bizi süpürmeyin kullanın” diye emperyalizme boyun bükenler. Düşman yanı başımızda, omuzlarımızın üstünde.

Öfkeli Mike Prysner'den tek farkımız şu: Ekmeğimizi çalanlar vatanımızı da çaldı. Kaybettik sevdalımızı. Eğitime, sağlığa, insanca yaşamaya, eşitliğe, özgürlüğe muhtacız. Didar-ı hürriyet’i özlüyoruz. Ve yeniden özgür bir ülke istiyoruz. Paralı asker yazılacak bir ordumuz bile yok. Bizi yeniden devrimci dalgalara taşıyacak bir örgütten başka kurtuluş hayal. 

Kapı kapıyı açar, sıçrama vakti gelmiş halklar açık kapılardan devrime doğru ilerler. Ruslar, İranlılar, bizler geçen yüzyılın büyük devrimci dalganın ürünleriyiz. Düşmanımızı biliyoruz. Savaşacağız ve kurtulacağız. Bunun için unuttuğumuz o devrimci köklerimize döneceğiz, mecburuz.

Ey didar-ı hürriyet, çaldık yine kapını, gülümse bize!