Devlet ve hürriyet

12 Eylül bozmak ve yıkmak için gelmişti. El attıkları her şeyi bozdular ve yıkılması için hazırlık yaptılar. 1961 Anayasasını bozdular, parlamentoyu bozdular, partileri bozdular, ceza yasasını bozdular, basını bozdular, laikliği bozdular ve nihayetinde Cumhuriyeti yıktılar.

Ancak bir anda, bir Eylül gününde olmadı yıkım. Onların açtığı yoldan başka bozucuların ve yıkıcıların girmesi gerekiyordu. Özal büyük bozucu olarak geldi, arkasından başka bozucular getirdi.

12 Eylül Anayasayı bozmuştu ama hukuk hâlâ işlemekte ısrar ediyordu. İşlemekte ısrar eden hukuku yıkmak için iki “hukukçu profesör” ortaya çıktı. İlerici ve sosyalistlerin ceza hukukunun faşist ruhlu 141. ve 142. maddelerinden cezalandırılmaları için fetva vermeyi bir iş edindiler ve bir sanata dönüştürdüler. Sahir Erman ve Sulhi Dönmezer’den söz ediyorum. Arkalarından Eralp Özgen gibi “sol” süsü verilmiş olanları da tezahür etti gerçi ama tekâmül edemediklerinden izleri daha siliktir. Eralp Özgen, bize bir dergideki yazılarda geçen her Kürt kelimesi için 15 yıl cezayı uygun görmüştü. Böyle bir hukukçu kuşağıdır. Açtıkları yoldan girenlerin sonuncusu Burhan Kuzu’dur. Bakın yazıp çizdiklerine; yaşayan Sulhi Dönmezer, “tivit atan” Sahir Erman’dır.

Öldüler ve silinip gittiler. Ancak hukuku bozmayı başarmışlardır.

Hukukla birlikte basında da eşzamanlı bir bozma işlemi sürüyordu. Öncüsü Ercan Arıklı’dır. Basına ansiklopedi işiyle girdi. Ansiklopedi, bozmak için uygun araç olmadığından gazete dergi işine el attı. Yepyeni bir üslup getirmişti basına, öyle söylüyorlardı. Cari olanı gerçeğe tercih etme üslubuydu bu. Bir de gazeteciler için “uzun boylu ve sarışın olma” standardı getirmişti. Onun standardıyla mesleğe adım atanların bir kısmı sanırım halen büyük gazeteciler olarak mesleği icra etmeyi sürdürüyor. Esmer kara kuru olanlar ise bir sabah gazeteye geldiklerinde elektronik kartlarının elektronik kapıya hükmedemediğini gördü. Bu Ercan Arıklı-Dinç Bilgin usulü kovulmaydı.

Lüks aracı ve özel şoförü olmadan evinden çıkmayan bu bozucunun o gün halk otobüsünün yolunda ne işi olduğu hâlâ muamma. Ama evet, halk otobüsünün altında kalarak can verdi ve silinip gitti. Bozmayı başarmıştır ve basının bugünkü halinin yaratıcısıdır.

***

Bozulmanın sonuçlarını Yalçın Küçük’ün “Devlet ve Hürriyet”inden aktarıyorum. Birkaç başlık altında toplayabiliriz. Birincisi, bir tür yeni feodalite ile karşı karşıyayız. Yetenekli olanlara bütün kapılar kapanmıştır ve artık sadece feodalin adamları söz konusudur. İkincisi, bu yeni feodalite yeni bir Ortaçağ ile mümkün olabilmiştir. Üçüncüsü, bütün bunların getirisi olarak ulus devlet kurumakta ve bıraktığı boşlukta mafyalar türemektedir.

Devleti kaybettik ve ilk kapitalist şirketlerden türeyen modern devlet yeniden birer şirkete dönüştü. Devlet artık büyük ve ceberut bir şirketten ibarettir. Tek kuralı egemenin çıkarıdır. Hiçbir hürriyete ve hiçbir fikre tahammülü yoktur. Üniversiteler, özellikle devlet üniversiteleri bir kışladan daha az hürdür. Özel üniversiteler bütünüyle birer şirkettir. Hocanın deyişiyle Darülfünun’dan daha despotik ve geridir.

Bu büyük saldırıya karşı sığınıp korunabileceğimiz bütün kaleler ise yıkılmış ve ele geçirilmiştir. Sadece toprak kalelere dokunmamışlardır çünkü çürüktürler ve kimseye saklayacak halleri yoktur. Hürriyetsiz ve kıraç bir tekeliyet halidir. Öyleyse özetle kapitalizmden ve teorisinden uzaklaşıyoruz. Yeni feodalite ile birlikte yıkılmışlardır ve karşımızda sadece Guantanamo Cehennemi kalmıştır…

“Devlet ve Hürriyet”ten aktardım. Tekrardır ama bugünlerde tekrarda büyük fayda vardır.

Bizim “Aydınlanma Hareketi” bu büyük bozulmaya karşı bir cephe hareketi olarak başladı ve yürüdükçe gördük ki Aydınlanma mücadelesi artık bütünüyle sosyalizm mücadelesidir. Tekeliyet halinde bu kadar sade ve bu kadar nettir.

***

Kalelerimizin nasıl ele geçirildiğini, surlarımızın nasıl delik deşik edildiğini anlatıyoruz.

Generallerin işaretiyle bozmaya geldiler ve bozana kadar hüküm sürdüler. Büyük gazeteciler büyük hukukçular olarak öldüler. Sonra çok kısa zamanda ve çok hızlı bir biçimde silindiler. Tabutunun arkasından milyonu aşkın kişinin yürüdüğü Özal’ın mezarında bir yıl sonra karısından başka kimse yoktu. Şimdi bütünüyle kimsesizdir. Sahir Erman'ı, Sulhi Dönmezer’i, Ercan Arıklı’yı bugün hatırlayan var mı? İsimlerinin bütünüyle silinmiş olmaları yıkıcı etkileri nedeniyledir. Sulhi Dönmezer ne? Burhan Kuzu'ların dönemindeyiz. Ercan Arıklı ne? Artık Cem Küçük'ler ve Nagehan Alçı'lar var. Hukukçu da gazeteci de sadece birer sopadan ibaret. Muktedirin adamlarıdırlar ve emir kuludurlar.

Bir hukukçunun bir şüpheliye “Sosyal medya üzerinden reisi eleştirmişsin. Reisin kim olduğunu bilmemen düşünülemez. Öyleyse tutuklusun” diyebildiğini öğreniyoruz mesela. Bir gazetecinin beğenmediği bir TV kanalı ve sunucusunu PKK’lıları konuk almakla suçlayıp, çıkarılacak ilk KHK ile kapatılmasını buyurabildiğini duyuyoruz.

Hizmeti karşılığında kendisine gazetecilik tahsis edilmiş kişinin üslubuna örnek olsun diye alıntılıyorum: "Stüdyoları İstanbul'da, kapatın bunları ya, PKK'nın yayın organı gibi davranamazsın. KRT, bildiğin PKK yayın organı gibi. Çağlar Cilara diye bir tane ne karın ağrısı bir tip var orada, PKK'lı mıdır ne karın ağrısı belli değil, Garo Paylan'lar bilmem ne, devlete küfrettiriyorlar, bu fikir özgürlüğü değil arkadaş, ilk KHK ile o kanal kapatılsın, buradan yetkililerimize sesleniyorum zaten dün onlar bana bunu hatırlattılar, KRT TV muhtemelen kapanır." Bunları söyleyeni gazeteci tanımı içine sığdırmamız imkânsızdır. Çıplak bir sopadır ve işi lordunun beğenmediği kişinin kafasına sopa indirmekten ibarettir. Olsa olsa gönüllü OHAL görevlisidir, diyebiliriz. Tanık olduğumuz şey müthiş bir “basın” halidir.

Öyle bir terör yaydılar ki CNN Türk’ün haber sunucusu Duygu Demirdağ, 2017’nin son günlerinde arka arkaya yapılan zamları anlattığı haberini “Bakalım o küçük, tatlı zamlar hangi alanlara geldi?” sözleriyle anons edebildi. Diğer yandaş basında zam olamıyor zaten, yasak. Ücretlerde ve fiyatlarda önemsiz değişiklikler olabiliyor sadece. “Zamcık”, güzel Türkçemize basın üzerinden yaydıkları o derin korku sayesinde girebildi. Bu tuhaf sözcük, korkudan yamyassı olmuş basının kendi üzerine çökerken çıkardığı sesten türetilmiştir. Basındır fakat basılmıştır.

***

Türk Tabipleri Birliği’ni savaşa karşı açıklaması nedeniyle bastılar. Yöneticileri içeride, sorguda. Savcı önüne çıkarılanlara sorulan ilk soru “Afrin hakkında ne düşünüyorsunuz” oldu. Ne cevap verdiler henüz bilmiyoruz. Hekim ne düşünecek; kimsenin ölmediği, kimsenin yaralanmadığı durumu düşünüyordur.

Hacamatçılar Federasyonu TTB’yi protesto etmek ve Erdoğan’a destek vermek için basın açıklaması yaptı tam o sırada. Cuma namazından sonra TBB’yi kınadılar ve uyardılar. Bildirileri “Değerli Haccam ve Haccame arkadaşlar” hitabıyla başlıyordu.

Ortaçağ’da savaş, nihayetinde bir hacamat işidir. Yetişen yetişeni hacamat eder. Ortalıkta bugün anladığımız anlamda insan kalmadığından savaşın bütün vahşeti silinir, doğal bir faaliyete dönüşür. Cihat da nihayetinde dincinin doğal bir faaliyeti sayılmıyor mu? Düşünmenin yasak, inanılan her şeyin doğru kabul edildiği bir yerde hekime gerek yoktur zaten. Onların yerine haccam ve haccameler geçer, hacamat kutsal bir işe dönüşür.

Çok yaşasın, Yalçın Hoca “Devlet ve Hürriyet”te kaybedilmiş devletin tarihine dikkat çekiyor. Tekeliyet bitirmiştir ve onunla birlikte bütün hürriyetler ve fikirler de nihayete ermiştir, söylediği bu. Devlet kaybedildi mi boşluğunda Sedat Peker türü çeteler türer. Hukuk yıkıldı mı Burhan Kuzu hukukçu olur, basın basıldı mı Nagehan Alçı gazeteci sayılır. Başbakanlar vasallar arasından seçilir ve hikmetinden sual olmaz tuhaf reisler hüküm sürmeye başlar.

Ellerinin değdiği her şeyi bozup yıktılar. Bu kir, bu ağır koku, bu hürriyetsizlik, bu Guantanamo Cehhennemi onların eseridir. Silinip gidecekler yakında. Kaçınılmazdır…