Devlet kuşu

1987’de Diyarbakır valisiydi. Bu görevi yürütürken Olağanüstü Hal Bölge Valiliğine atandı. 1991’de İstanbul Valiliğine atanana kadar o görevde kaldı. Türkiye’nin en karanlık dönemlerinden birinde çok önemli bir görevi marifetle yürüttü.

OHAL Bölge Valiliği, bölgede uzun yıllardır yürürlükte olan sıkıyönetimin yerine getirilen bir uygulamaydı. Sivilliğe pek meraklı Turgut Özal bu hokus fokusla bölge vitrinine asker yerine bir sivili koymuş oldu. O arada asker bildiğini okumaya devam ediyordu tabii. Vitrinde oturan vali aracılığıyla halka karşı işlenen suçları perdelemekti zaten amaç. Hâlbuki her şey eskisinden daha bir askerileşmişti. “Sivil” yönetimin Kolordu Komutanlığı’nın içine taşınmasıyla altı daha kalın bir biçimde çizilmişti üstelik. Valiliğe ancak askeri nizamiyeden geçilerek ulaşılabiliyor, Özal’ın sivillik iddiası askeriyenin kapısında son buluyordu.

Köy boşaltmalar, yakmalar, köylülere bok yedirmeler, faili meçhuller onun OHAL valiliğini sırasında olağanlaştı. Ama o soğukkanlılığını her durumda koruyor, basının karşısına çıktığında bölgede olağan bir hal varmış gibi davranabiliyordu. Bu görüntüyü vermekte sıkışınca “sansür-sürgün kararnameleri” imdada yetişti. “EsEs kararnameleri”ydi basındaki kod adı ki gerçekten bu ada layıktılar. O kararnameler sayesinde bölgede sakıncalı görülenler yargısız-hukuksuz sürgüne gönderildi. Bölge dışındaki yansıması da yabana atılır şeyler değildi. Dergiler, gazeteler matbaada daha baskıya girmeden polis tarafından basılıyordu. Polislerin elinde Devlet Güvenlik Mahkemesi’nden “baskı” izni vardı. Sonunda işi pazarlığa bile döktüler. Dediklerine göre işaret ettikleri bazı haberler o haliyle basılırsa dava açılacağı kesindi. Boş basıldı o sayfalar. Basılmamış yayına matbaada sansür o dönemin icadıdır. JİTEM adı da onun zamanında duyulmaya başlanmıştı. İnanılmaz işkencelerden ve fütursuz insan kaçırıp kaybetmelerden söz ediliyordu.

Fakat o korkunç sınırsız şiddet ve zulüm yıllarından alnının akıyla çıkmayı başardı basın. Basın dediğim, bir avuç sol-sosyalist gazete ve dergiden ibaretti tıpkı bugünkü gibi. “Ana akım basın” o zaman da bugünkü havasındaydı. Yaptığı tek iş iktidara ve hukuksuz uygulamalarına övgü düzmekten ibaretti.

Kısa süre sonra sansür-sürgün uygulaması gibi OHAL Valisinin de sonu geldi zaten. İstanbul Valiliği koltuğunda oturduğu sırada OHAL Bölge Valiliği hesaplarından 2 milyar lirayı kendi adına açılan hesaplara geçirdiği ileri sürüldü. Aynı soğukkanlılıkla çıktı, parayı Bakanın onayıyla hesabına geçirdiğini ve sonra da iade ettiğini söyledi. Ancak dönemin bakanı olaydan haberi olmadığını iddia ediyordu. Sonunda imdadına dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel yetişti. Şöyle açıklık getirdi iddiaya: “Paralar örtülü ödenekten teröre karşı mücadele için verilmiştir. Ancak ne için harcandığı açıklanırsa devlet sıkıntıya düşer…”

Çok şükür, devlet sıkıntıya düşmedi. OHAL Bölge Valisi de öyle. Valilikten Meclis’e atladı, devlete hizmetini vekil olarak sürdürdü.

***

Fakat bu başarı hikâyesi beş sene önce trajik bir biçimde sona erdi. O gün Sarıyer'deki lüks villasında eşiyle birlikte gece yarısına kadar oturdu. Sonra yatmak üzere odasına geçti. Gerisi koca bir soru işareti. Eşi, sabah uyandırmak üzere yattığı odaya gitti ve odanın kilitli olduğunu gördü. Oğluna haber verdi. Oğlu yanına çilingir alarak eve geldi. Çilingir yardımıyla odanın kapısı açılınca, kahramanımız yerde, kanlar içinde yüz üstü yatarken bulundu. Polis incelemesinde, sol göğsüne, yakın mesafeden ateş edildiği tespit edildi. Adı Hayri Kozakçıoğlu’dur. Devletin “Sırlar Valisi”dir.

Arada rejim değişti. Öyle sırlı valilerimiz yok artık. Eskiler devletin militanıydı, şimdikiler iktidar partisinin. Hoş başbakanı bile devlet memuru derecesine düşürdükten sonra valinin ne hükmü olacak ki? Ama Kozakçıoğlu’nun devlet tarlasına ektiği o fideler yeşerdi, büyüdü, dal budak saldı. Zulümde eskisinden hiçbir eksiği yok yenisinin de…

***

Tayyip Erdoğan geçen gün “Biz geldiğimizde OHAL vardı, gelir gelmez kaldırdık” diye övünüyordu. Hâlbuki sözünü ettiği OHAL bölgeseldi, sadece Kürt illeri ile sınırlıydı. Geldi Kürt illerinden OHAL’i kaldırdı. Kısa bir süre sonra bütün ülkeyi OHAL bölgesi ilan etti. Bölgesel OHAL’i kaldırdı, ulusal OHAL’e geçti.

Bundan ilerisi sıkıyönetimdir. Mevcut yasalara göre olağanüstü halin kamu düzenini sağlamada yeterli olmadığı hallerde ya da savaş veya yakın savaş tehlikesi halinde ilan edilebilen bir uygulama sıkıyönetim. Olağanüstü hal ile sıkıyönetim arasındaki temel fark, olağanüstü halde yetkinin mülki erkânda, sıkıyönetimde askerde olması. Bir de sıkıyönetimde kişi hak ve özgürlüklerinin tümü ya da bir bölümü askıya alınabilir, vatandaşlar için para, mal, çalışma yükümlülükleri getirilebilir, bazı suçlar için yargılama “özel mahkemelerde” yapılabilir. Bakın ülkeye, o sınırı çoktan aşmış bulunuyoruz. Peki, “savaş nerede” diye soruyorsanız, Damat Berat Paşa geçen gün verdi müjdeyi, “Türkiye resmen savaşta” dedi. Yani AKP Genelcumhurbaşkanımız yarın sıkıyönetim ilan etse eder. Anayasa askıda, yasalar sizlere ömür, yargı çayı içti derin uykuda, kim ne diyecek?

Hem kanıksadık zaten. Temmuz 2016’da başlayan OHAL uygulaması birkaç ay sonra ikinci yılını dolduracak. 12 Eylül cuntasının iktidarından beri sopa hep fukara halkın sırtına inip kalkıyor, vuran el değişiyor sadece. Dünküler Atatürkçülük için vurduğunu iddia ediyordu, bunlar Muhammed aşkına yapıştırıyor sırtımıza. Haklarını teslim etmeli vururken daha bir şevkliler eskilere göre!

***

O günden bugüne değişen hiçbir şey yok mu? Var. Sosyal medya mesela. Cebimize sığdırdığımız minyatür bilgisayarlarla faşizmin ormanında “cik”leme özgürlüğümüz oldu arada. Ama onun da vaat ettiği sınırsız özgürlüğün sonuna geldik az zamanda. Gezi ile başladı kuşun boğazını sıkma uygulaması, sonra adet oldu. Önüne gelen sıkıyor boğazını. Olmadı tüylerini yoluyor. Bakıyorsunuz özgürlükten elde kalan bildiğiniz kuş!

Cumhurbaşkanına hakaret iddiasıyla başladı. Sonra Kürt ve Kürtçe ile ilgili paylaşımlar dâhil edildi kapsamına. Son adım “Afrin Operasyonu” oldu. Bu konularda fikir beyan eden, iktidarın tutumunu ve açıklamalarını eleştiren hemen herkes devletin hedefinde. Size hakaret edecekler, aşağılayacaklar ama siz cevap vermeyeceksiniz. Onların size küfretmesi serbest ama bu küfürlere cevap vermeniz yasak. Artık suçu ispat zorunluluğu yok, masumiyeti ispat zorunluluğu var. Sosyal medyada paylaşım yapamaz, otobüste konuşamaz, okulda ve işte eleştiremez, Meclis kürsüsünde dahi bahsi geçirilemez hale getirildi, iyi saatlerde olsunlar! Hayri Kozakçıoğlu görse inanmazdı bunların yapılabileceğine…

***

Dün sabaha yine evlere operasyon haberleriyle açtık gözümüzü. Gerekçe “sosyal medya” paylaşımları. Paylaşacağını paylaşmış insanlar zaten, suç varsa çağırsana. Yok, illa evini basacak, bilgisayarına el koyacak, günlerce gözaltında tutacak. Öylesine parmağım kör gözüne bir uygulama ki, sanırsın paylaşıma hazır zulalanmış “cik” avındalar.

İnternet denilen fenomen sınırsız özgürlük iddiasıyla gelip girdi hayatımıza. Hâlbuki nefes alacak bir klavye boyu yer bırakmadılar hiçbirimize. Hukuksuzluk hâlâ hukuksuzluk, OHAL hâlâ OHAL, yasak hâlâ yasak, sopa hâlâ sopa. Görevleri arasına bir iş daha eklendi yalnız; kuş boğazlamak. Daha siz cik’lemeden devlet kuşu konuyor başınıza. “Ciktatör”e dönüştüler bilgi ve iletişim devrimi sayesinde ki az şey değildir!

Hayri Kozakçıoğlu’nu hasretle anıyoruz bu arada. Sonları benzemesin!